Distopik eserlerin puslu dünyasına giderek daha da yaklaşıyoruz. Her günün sabahında Orwell ve Huxley’e biraz daha hak veriyoruz. Kahvemizi yudumlarken televizyondaki haberlere daha da duygusuz bir tavır takındığımızı fark ediyoruz. Biz insanlar alışıyoruz ve gün geçtikçe kendi distopyamızın duvarlarını örüyoruz.
Distopik bir eser kötü, hastalıklı bir dünyayı resmeder ve bu dünyayı açıklarken simsiyah perdelerini üzerimize geçirir. Bu yolu izleyen bir eser, başarılı bir distopya örneğidir. Üzerine konuşacağım bu öykü, dediklerimi harfi harfine yapıyor. Distopik bir eserin her kesime hitap etmesi normal bir durum değildir. Alıştığımızdan çok daha farklı toplumsal yapıları sert bir dille konu alan distopyaları okumak kolay olmamalı. Okurken sizi yormayan ve rahatsız etmeyen distopyada bir şeyler eksiktir.
Elimizde bulunan bu zorlu distopyada, kadınların ismi yok. Her kadın kendi komutanının malı olarak kabul edilir ve onun adıyla anılır. Aşağılayıcı bir ekle beraber, mesela; “Fredinki” (Offred). Kadınların tamamen bir mala dönüştüğü bu evrende, isimler bile kullanılmaz olmuş durumda, geri kalan haklardan bahsetmeye bile gerek yok. Gelecekte geçen bu kurguda böyle bir durumla karşılaşılmasının nedeni, doğum oranlarının azalmış olması. İnsanlık gerçekten yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Kitabın adı da bu şekilde ortaya çıkıyor. Doğurgan kadınlar tek tek toplatılıp bir mal haline getiriliyor. Duygulardan arındırılıp birer damızlık hayvan gibi yetiştiriliyorlar. Onlar “Damızlık Kızlar”. İzin olmadığı sürece konuşamazlar, isimleri olamaz, fikirleri olamaz. Emirlere karşı gelmek söz konusu bile değil, taktıkları at gözlüğü misali başlıktan dolayı yalnızca yürüdükleri yolu görebilirler. Bu tarz bir geleceğe tanık olmayı bırakın, hayal etmek bile hiç kolay değil.
O zaman, Margaret Atwood’un böyle bir distopik geleceği hayal ederken bir şeylerden etkilenmemiş olmasının zor bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz. Yazarın röportajlarında belirttiğine göre, Batı Berlin’de yaşadığı sürede gözlemlediği durumlar romanına büyük ölçüde şekil vermiş. Zaten roman 1984 yılında yazılmaya başlanıyor. Bu dönemlerde yazarın bizzat tecrübe ettiği her an kontrol altında olma, iletişim kurarken zorlanma gibi durumları romanında ne derece etkili kullandığını görebiliyoruz.
Birçok distopik dünya yazılıp çiziliyor fakat içlerinden birkaç tanesi net bir şekilde sivrilebiliyor. Peki “Damızlık Kızın Öyküsü”nü bu kadar ‘sivri’ yapan ne? Çünkü evrensel bir sorunu dile getiriyor. Hal böyle olunca da okurlar yaşadığımız dünyanın bir distopyaya dönüşebilme eğilimine korkuyla yaklaşıyor.
Alternatif gelecek senaryolarının ortak özelliği, bizlere davranışlarımızın sonuçlarının ne olabileceğini göstermeleridir. Attığımız adımlar günümüzde ne kadar iz bırakıyorsa, gelecekte de o izler bulunacaktır. Unuttuğumuz gerçek de bu. Ayak izlerimizin sadece bulunduğumuz zamanı etkileyeceğini düşünüyoruz.