Stephen King, akla hayale sığmayacak yaratıcı konular oluşturmakta ne kadar ustaysa, klişeler üzerine yazarken de dudaklarımızı uçuklatacak derecede üst düzey kalem gücüne sahip bir yazar. Bunun örneklerini daha önce de gördük. Mesela; Colorado Kid. King, gazetede denk geldiği bir haber üzerine aldığı ilhamla kısa bir roman çıkarıyor ortaya. Kaleminin akıcılığı ve merak uyandıran ilerleyişi ile her zamanki gibi kaliteli bir eser sunmuştu bizlere. “Cujo” da burada örnek gösterilebilir. Klasik kuduz köpek dehşetinin üst düzey anlatım gücüyle gözlerimizin önünde altın değerinde bir gerilim seviyesine ulaşması gayet kolay olmuştu. “Mahşer” dahil birkaç roman hakkında daha bu iddiamı sürdürebilirim. Klişeler yaratıcı olamaz demiyorum. Mahşer’in yaratıcı olmadığını iddia etsem bu klavye parmaklarımı kırardı muhtemelen. Fakat, Mahşer’in birçok hastalık bazlı korku/gerilim hikayesinin arasından sıyrılan bir roman olduğunu göz önünde bulundurursak, klişe bir konunun iyi işlenerek nasıl tüm zamanların en iyi destanlarından biri haline geldiğine şahit olduğumuzu fark edebiliriz.
“Korku Ağı”, Stephen King’in Bram Stoker‘ın Dracula‘sından ne kadar etkilendiğinin somut kanıtı. Röportajlarında da her zaman belirttiği bir gerçektir Dracula’dan ne kadar etkilendiği. Korku Ağı’nın üst düzey bir Stephen King romanı olmasının nedenleri çok. En başta, King harika analiz yapıyor. Dracula’yı okumuş ve etkilenmiş bunca yazar varken neden ondan esinlenen en iyi romanlardan biri King’in elinden çıkıyor? Bu hem analiz kabiliyetinin yüksek olmasının hem de konuyu özgün bir hale getirecek harika eklemeler yapabilmesinin sonucu. Vampirler hiçbir zaman beni korkutan mistik yaratıklar olmamışlardır. Fakat gecenin bir yarısı camın önünde belirip sivri tırnaklarıyla hafif hafif cama tıklatan bir yaratık düşüncesi tüylerimi diken diken etti. Evet, bununla birkaç kez karşılaşabilirsiniz.
Kasaba korkusu her zaman etkileyicidir. “O kasabaya gidilmez çünkü orada …… var.” Her zaman okuru/seyirciyi kıskıvrak yakalayan başarılı bir başlangıç noktasıdır. Korku, kasabaya hakim olmuştur ve kasaba sınırları dışındakiler bunu iyi bilirler. O korku, o kasabanın sorunudur ve kimse bulaşmak istemez. Bu bahsettiğim duruma korku filmlerinin girişlerinde rastlayabilirsiniz. Ya da hikayenin bitişinden sonra bir küçük sahneyle karşınıza çıkabilir. Stephen King romanlarının filmlerle benzeyen noktaları olduğunu daha önce belirtmiştim. Korku sineması, Stephen King’in kaleminden çıkmış unsurları kullanmaya başlayalı çok oldu. Hala kullanmaya devam ediyorlar. Korku Ağı’nın her anı içinizde ürpertici bir sinema filmiyle karşı karşıya kalmışlık hissi uyandıracak. Kitabın yeni baskısı bu şekle gelsin diye özenle hazırlanmış. Orijinal baskı ile arasındaki farklar kitabın sonunda “Kesilmiş Sahneler” bölümünde veriliyor ve romanın içinden geçtiği gelişim sürecine de bizzat tanık oluyoruz.
Korku Ağı, net bir ‘korku’ romanı. Klişeleri çok güzel kullanıyor ki klişe kullanılması zararlı bir unsur kesinlikle değildir. Önemli olan klişenin nasıl işlendiğidir. Hem korkmak için yeni yollar arayanları hem de eski korkulara özlem duyanları gayet güzel tatmin ediyor eser. Bizlere de geceleri rüyalarımıza konuk olacak o lanetli kasabayı bırakıyor: Jerusalem’s Lot.
Muhteşem bir kitap yorumu.