Yazıp yazıp sildiğimiz ve üzerinde çokça düşündüğümüz günlerden geçiyoruz… Aslında tüm yazarlık hayatım boyunca yazdığım en zor yazı olabilir. Çünkü hiç görmeyen birine bir rengi tasvir etmek, hiç duymayan birine bir şarkıyı anlatmak gibi bu acıyı ifade etmek. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı, sözün bittiği ve Oğuz Atay’ın dediği gibi “kelimelerin bazı anlamlara gelmediği” bir an.Bundan tam bir ay önce bir gece yarısı dehşet verici bir haberle uyandık uykularımızdan… Uyanabildiysek. Bazılarımız bir daha hiç uyanamamak üzere hayata gözlerini yumarken, bazılarıysa en sevdiklerini, memleketlerini, ailelerini, evlatlarını, hayallerini gömdü toprağa. Bazı yazarlarımız oradalardı. O hengamenin, kıyametin içinde. Bazıları kilometrelerce uzakta, ailelerine ulaşmaya çalışıyorlardı. Ailelerini ve akrabalarını kaybeden arkadaşlarımız oldu. Ben bir arkadaşımı kaybettim. Bir kardeşimi… (Fakat sevenlerinin acılarını deşmemek için isim vermeyeceğim.) Teşbihte hata olmaz, en kötüsü de neyi kaybettik biliyor musunuz? Çarelerimizi, umutlarımızı ve belki sesimizi… Saatlerce, günlerce sevdiklerimize ulaşmaya çalıştık. Topyekun yardım etmeye, koşmaya çalıştık. Organize olmaya, sevdiklerimize kavuşma umuduyla yola koyulmaya çalıştık. Aslında çok büyük milletiz, on binlerce insan koştu yardıma. Fakat böyle kızılca kıyamet gerçekten görülmedi.
Felaketi, felaketin boyutlarını ve bizdeki etkilerini anlatmak istemiyorum. Zira hala o günleri, anları atlatmaya çalışan; hayatına öyle ya da böyle devam etmeye çalışan, bunu kendince yapan; yapamayanlarımız var. Hiçbiri suçlu, hiçbiri eksik, hiçbiri daha tam veya hiçbiri daha vicdanlı değil bir diğerinden. Şunu biliyorum ki yüreği taş olmayan herkesin kalbi, ruhu, duaları ve desteği oradaydı. Herkesin değil ama dediğim gibi, yüreği taştan olmayan herkesin.
O günden bugüne çok şey değişti. Sözcüklerimi mümkün olduğunca dikkatli, titiz ve yüzeysel seçmeye çalışıyorum ki yüreği yanan kimsenin ateşini harlamayayım. Ama şunu inkar edemeyiz ki genç yaşlı, oralı veya değil, sevdiklerini kaybetmiş veya etmemiş herkesin yüreğinde kor olan bir ateş var artık. Ateş düştüğü evi değil, tüm yurdu, tüm yürekleri; hepimizi yaktı.
“Hayata devam etmek, normale dönmek zorundayız” nidaları arasında çok kez yazarlarımız ve yönetim ekiplerimizle görüşüp bunun samimiyetsiz olmaması ve mümkünse yapay gündem yaratmaması için fikirler aldık. Zira hala sosyal medyada sesini duyurmaya çalışanlar, yardım faaliyetleri yürütenler vardı, varlar. Gelinen noktada afetten etkilenen arkadaşlarımız dahi sanatın ve yazmanın onlara iyi geldiğini söylediler. Aslında bu öyle ince bir çizgi, öyle hassas bir denge ki bir yandan yaraları deşmemek, bir yandan da yayına devam etmemiz gerektiğini biliyorduk ama inanın çok zor.
Geldiğimiz noktada, bu konuyla ilgili yazmak isteyen arkadaşlarımıza öncelik vererek; her zamanki gibi onların “sesi” olarak ama olağanca bir hassasiyetle, yaralara tuz basmadan, yayına 1 ay sonra devam etme kararı aldık. Hiçbirimiz, “hiçbir şey olmamış gibi” yayına devam etmeyi uygun bulmadık. Çünkü çok şey oldu… Bir sabah uyandık ve adeta dünyanın sonuna doğmuştuk. Bir sabah uyandık ve her şey değişmişti. Yine bir sabah uyandık ve bu elim olay bir milattı hepimiz için; hiçbirimiz eskisi gibi değildik.
Gönül ister ki hep sanat, hep kitap, hep edebiyat konuşalım; hep çiçekler açsın ülkemizde, hep güneşli günler görelim. Maalesef ki o gün dünyanın bir ucu varmış ve ucundan düşecekmişiz sandık. Hiçbirimiz güvende, hiçbirimiz “normal”, hiçbirimiz “iyi” değildik. “Normal”e dönmeye çalışsak da belki normalimiz değişmişti artık. Bazı kelimeler anlamlarını yitirmişti. Örneğin “kıyamet” kelimesi yetersiz kalıyordu. “Çaresizlik” hiç olmadığı kadar güçlüydü. Ve “çok üzgünüm” demek bile öyle eğreti kalıyordu ki acımızın yanında, ne diyeceğini bilemiyordu insan bir başkasının acısını paylaşırken.
Ben yine ekibim adına olabilecek en güçlü şekilde, yürekten söyleyebilirim ki: Çok ama çok üzgünüz… Tarif edemeyeceğimiz bir kor yanıyor yüreğimizde ve canı yanan herkesin acısını paylaşıyoruz. Gönül isterdi ki hep güzel sebeplerle kucaklaşalım ama işte burada, herkese sarılıp “Geçecek” demek istiyoruz. En çok da buna yürekten inanmayı dileyerek.
Son olarak, bir editör olarak şunu da belirtmeden geçmek istemiyorum. Bu elim olay sonrası kullanılan habercilik dilinde, kesinlikle artniyetli olmaksızın yapılan bazı hatalar görüyoruz üzülerek. Tanzimat Dönemi Fransa’dan devşirme alınan modern gazetecilik, bazı çeviri ve belki daha ötesi yaklaşım hatalarıyla dolu. Belki de Fransa coğrafyası bizim kadar acılı olmadığı için kiyafetsiz kalıyordur bazı şeyler. Bilemeyiz… Fakat habercilik dilinde kullanılan “bilanço”, acı “tablo” gibi Fransız gazetecilik tabirleri; şu an içinde bulunduğumuz duruma hiç ama hiç uymuyor. Kaybettiklerimiz birer sayı değil. Tabloda birer hesap ögesi değil. Hayalleri, hayatları, sevdikleri, sevenleri, aileleri, evlatları, kardeşleri, arkadaşları olan; her şeyiyle “yitirilmiş” canlar. Senin benim kardeşim, onun annesi babası, diğerinin kuzenleri… Bu toprakların çocukları… Onları birer sayıyla değil, bu vatanın evlatları olarak; isimleriyle, dahası hikayeleriyle anmak, boynumuzun borcu. Bu nedenle unutmamak, unutturmamak bizim asli vazifemiz.
Hepimize başsağlığı, hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet ve geride kalanlara sabır diliyoruz. Tıpkı bu durumda söylenecek her söz gibi kifayetsiz ve eğreti kalsa da, gerçekten çok üzgünüz…