Gece
Gündüz

Kendine Yetebilen Bir Kadın: Virginia Woolf

2 September 2020
4 dk'lık okuma

Yazılı tarihin en başından beri süregelen, toplumun en derin ve en ince dallarına kadar ulaşmış eril düşünce yapısı kadının bunca yıl potansiyelini kısıtlamış; belki de edebiyat ve sanat alanlarındaki yetkinliklerini küçük birer ceviz boyutundaki hücreye hapsolmaya zorlamıştır. Günümüzde bu düşünce yapısı en derinden sarsılmış da olsa, 20. yüzyıl -önceki yüzyıllardaki gibi- bu tip bir düşünceyi en derinden kucaklamış, bu dinamikleri hayatın her alanında uygulamaya koymuştur.

Jane Austen’le (1775-1817) başlayan yetkin kadın edebiyatı, Virginia Woolf’un (1882-1941) özgürlükçü kişiliğiyle nihai sonuna ulaşmış; yıllar önce ekilen tohum yeşermiş ve hatta meyve vermeye başlamıştır. Bu yazıda körelmiş toplumun isli duvarlarını yıkmayı başarmış, kadınlara atfedilen değerlerin dişil bakış açısıyla değerlendirmeyi başaran Virginia Woolf’un çekirdeğinde hissettiği cinsiyet eşitsizliği konusunda kaleme aldığı uzun denemesi Kendine Ait Bir Oda’yı tanıtacağım.

Kitap genel olarak kurmaca metin yazmak isteyen bir kadının nelere sahip olması gerektiğini örneklerle açıklar. Kendisini kurmaca olan “ben” öznesinin gölgesine gizleyerek çıktığı bu serüvende dönemin kadınlarının maruz kaldığı aşağılanma, hor görülme ve kısıtlanma hissini gözler önüne seriyor. Woolf bu konu hakkında kitabın en başında şöyle diyor: “Dudaklarımdan yalanlar dökülecektir; ama belki içlerine biraz hakikat karışmış olabilir.” Bu cümleden de anlaşılacağı üzere olagelmiş sabit cinsiyet rollerinin çürüklüğünün dile getirmesi -bir de eksik görülen kadın tarafından-, dalgalanmalara hazır olmayan bir toplumda bırakacağı etkiden ötürü Woolf biraz da olsa çekiniyor.

Ancak vücudunu özgürlük kelimesinin fethettiği bir kadın düşünün. Bu çekinceleri zihninin odak noktasından uzaklaştırmayı başarmış ve sembolik de olsa eşitsizliğin okuyucunun irislerine işlediği birkaç olaydan ve gözlemden bahsetmeye başlamıştır. Bunlardan biri Woolf’un Thackeray’in Esmond’ını kendi el yazmasını incelemek için gittiği kütüphaneden aldığı cevaptır. Woolf girmek istediği yere ancak üniversitenin öğretim üyelerinden birinin eşliğinde veya bir tavsiye mektubuyla girebileceğini söylemiştir. Bu olayın uç noktalarından tutup çektiğimizde aslında yazarımıza karşı bir yargı değil de aslında bu eylemin tüm kadınların kösteklenip engellenmesi yorumunda bulunabiliriz. Peki kurgu yazmak isteyen bir insanın böylesine bir hazineden mahrum bırakarak -diğer bir deyişle benliklerini doldurup kelime olarak dışa aktarımının kaynağını kurutarak- kurmaca metin yazmasını bekleyebilir misiniz? Bence hayır. Buna ithafen Woolf şu cümleyi kurar: “Öfke içinde merdivenlerden inerken, bir daha asla orada ayak seslerim yankılanmayacak, bana konukseverlik göstermesini bir daha asla istemeyeceğim.” Bu çocuksu duygularının da karıştığı söz aslında Woolf’un küçüklüğünden bu yana toplumda gördüğü kadına yönelik aşağılanma ve fırsat eşitsizliği konularında harmanlanmış en düz ve sade olandır.

Kitaptaki diğer bir önemli nokta ise Woolf’un Shakespeare’le aynı yeteneklerine sahip, aynı düzeyde sözcükleri ezgilere dönüştürebilen adı Judith olan bir kız kardeşinin olduğunu hayal etmemizi istemesidir. Yazar bu yola başvurarak fırsat eşitsizliğinin en büyük, çarpıcı ve de yıpratıcı etkisini okuyucuların gözler önüne seriyor. Shakespeare’in kendisi okula gidip eğitim görürken, mantığın ve gramerin yazıya dökülüp derinlemesine inceleme fırsatı bulurken; Judith muhtemelen ailesinin ondan isteği üzerine çorapları yamalamaya başlardı. Belki de abisinin kitaplarını okur, onun gibi olmanın hayalini kurarak Londra’ya kaçarak bir oyunda yer almak istediğini söyler; tiyatronun müdürü olan adam da bir kadının asla bir aktris olamayacağını ağzında gevelemeye başlardı; parasız bir şekilde ya sokakta yaşamaya çalışır ya da biriyle evlenirdi. Bir kadın olarak doğduğu çamurda ölürdü. Woolf böylesine hayali bir karakteri gerçekliğin katmanlarında dolaştırırken birden Jane Austen’den örnekler vermeye başlar ve erkek egemenliğinin kadını koyduğu çakıl taşlarla dolu olan yolda dengeli bir şekilde yürümeyi başarmanın aslında kadınların erkek gibi değil, kadın gibi yazmalarından kaynaklandığını öne sürer. Yaslanacak bir edebiyat ve para kazanma geleneği olmayan Austen’in kimseyi dinlemeyip kitaplarını sıradan kadının etrafında örerek genişlettiği ağın başarılı olmasını buna bağlar. Ataerkil toplumun dıştan baskıcı yapısından ötürü kadın zihninin sığ sularda gezdiğini düşünenler için Woolf şu sözü kendinden emin bir şekilde söyler: “İsterseniz kitaplıklarınıza kilit vurun; ama zihnimin özgürlüğüne vurabileceğiniz ne bir kilit var ne de sürgü, ne de kapatabileceğiniz bir kapı.” Kadın zihninin o döneme kadar topluma kapalı olan değerleri artık sudaki balık kadar normal olmasının zamanı geldiğini yedirir okurlarına.

Kitabın sonunda toplumun ebedi dengesinin yalnızca kadınların çabasıyla olacağını savunur; onları yazmaya teşvik eder. Fikir topluluğunun nihai olana tamamlamasının ardından okuyucu artık toplumdaki yıpranmış algıda merkezlenmiş bunun ve şunun ayrımını yapabilme becerisini gösteriyor. Bu kitaptan sonra her şey hiç olmadığı kadar açık. Bir kadının yazar olabilmesi için gerekenler: Zaman; zamanı satın alabilmek için para ve kendine ait bir oda.

Oğuzhan Ayrım

Hi, this is Oğuzhan. If you happen to have any questions about the articles, please contact me on this e-mail: ayrimoguzhan@gmail.com.

Yorum Yap

Your email address will not be published.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR