Mitoloji insanların özellikle tanık oldukları doğa olaylarını anlamlandırma çabaları neticesinde ortaya çıkmış ve insanların güçsüz kaldıkları olaylarda “sığınmak” içgüdüsüyle ürettikleri Tanrı ve Tanrıçaların hikayeleri olarak toplumlarının yaşam geleneği çerçevesinde oluşmuş ve yine yaşam geleneklerini etkilemiştir. Tarih boyunca çeşitli temaslarla (savaş, ticaret, göç, vb.) birbirlerinden etkilenmiş ve birbirlerinin mitlerini beslemişlerdir.
Pek çok mit ufak değişikliklerle (karakterlerin veya bölgelerin isminin değişmesi gibi) toplumdan topluma söylenmeye ve inanılmaya devam etmiştir. Bunlar içinde en dikkat çekenleri “Yaratılış”, “Tufan (Nuh Tufan)” ve esas konumuz olan “mevsimlerin oluşumu ve bereket miti” olarak kutsal evlenme ve yeraltı yolculuğudur.
Sümer’de, Mısır’da, Anadolu’da ve Yunanistan’da olduğu kadar, tarihin ve efsanenin yazılı olarak kaydedilmeye başlandığı dünyanın başka kısımlarında da İnanna – İştar, Nut – Hathor – İsis olarak, Anadolu’da Kibele, Hindistan’da Parvati yahut aynı Ulu Tanrıçanın pek çok yerel sürümü olarak, Tanrıça tikelleştirildi. Özellikle Çatalhöyük’teki tapınak süslemelerinde görebileceğimiz gibi erken zamanda, tanrıçanın, erkek üreme güçlerini de temsil ettiğini gösteren boğa doğurduğu figürlere rastlarız. Neolitik çağın sonuna doğru geldiğimizde Tanrıça bir erkek arkadaş gerekliliğini kabul etmiş bulunuyordu.
İlk başta Tanrıça, açık bir tehdit oluşturmayan erkekleri -daha genç bir Tanrıyı, bir erkek kardeşini, hatta bir oğlunu- sevgilisi olarak seçiyordu. Onun çiftleşme törenlerinden kaynaklanan efsaneler, dünyanın tanıdığı en olağan dışı ve daima en tutulan törenler arasında olmuştur. Bu törenleri var eden efsaneler, dünyayı temsil eden Tanrıçanın vulvasına kutsal tohum olarak ekilmiş, onsuz hiçbir üremenin , hiçbir yenilenmenin, hiçbir yaşamın olamayacağı, ölüm tohumu olarak gömülmüş kız evlatla yahut kralla ilgilidir. Bu efsaneler, teolojinin gölgelerinde ve modern erkek egemen dinlerin pratiğinde varlığını sürdüren arketipik bir örüntü içerir; özellikle ağaçtan çarmıha gerilmiş “kral”ın, rahmi temsil eden mezarda yeniden filizlenecek tohum – meyve sayıldığı, Hristiyanlıkta bile bu arketip vardır.
Konumuzu teşkil eden İnanna ve Dumuzi’nin evlilikleri bu efsanelerin bilinen en eski formudur. Tek tanrılı ilahi dinlere kadar varlığını değişimlere uğrayarak sürdürmüş ve tek tanrı inancıyla yine değişime uğramış ve simgesel olarak Hz.İsa, Hz.Hızır ve Hz.İlyas gibi isimlerle devam etmektedir. Bunun yanı sıra kutsal evlenme törenlerindeki bazı uygulamalar bugün hala Anadolu’da gözlenebilmektedir.
SÜMER BEREKET TANRIÇASI İNANNA
-Tanrıça Ningal ile Ay Tanrısı Nanna’nın kızı, Güneş Tanrısı Utu ile Yeraltı Tanrıçası Ereşkigal’in kız kardeşidir.
– Venüs Yıldızıyla ilişkilendirilir.
– Akadlarda “İştar”, Musevi’lerde “Astarte”, Yunan’da “Afrodit”, Roma’da “Venüs”, adıyla yüzyıllar boyu çeşitli toplumların efsanelerinde yaşamıştır.
– Sümerler, kadınlarda izledikleri, görmek istedikleri bütün nitelikleri, onun şahsında toplamışlar, onu yüceltmiş, ona tapmış ve hakkında yığınla şiir, hikaye yazarak ölümsüzleştirmişlerdir.
– Güzelliğin, şuhluğun, çekiciliğin, şefkatin, hırsın, kavganın, önderliğin, kurnazlığın ve en önemlisi bereketin ve çoğalmanın sembolü olmuştur.
– Öykülerinde “Habil ve Kabil”in tartışmasını, “Leyla ile Mecnun”un sevişmesini, çobanların erişilmesi güç aşklarını, kadının fettanlığını, insafsızlığını, erkeğin hayranlığını, umursamazlığı, kardeş sevgisinin en yücesini görürüz.
İNANNA’NIN AŞKI DUMUZİ
– Çoban tanrısıdır. Kimi metinlerde Sümerler toplumların üretim temellerine göre çiftçi tanrısı olarak yada topraklarına bereket gelmesi için tanrıçayla krallarının evlenmesi gerektiği düşüncesiyle kral olarak geçer. Kraldan Tanrıya evrilmiş olduğu da düşünülüyor.
– Koyun tanrıça Dutturu’nun oğlu, rüya yorumlayıcısı Tanrıça Geştinanna’nın kardeşi.
– Akadlar’da “Temmuz” yahut “Tammuz”, Kartacalılar’da “Baal”, Babil’de “Nimrod”, Antik İsrail’de “Molek”, daha sonra ise “Marduk”a dönüşmüştür.
– Mısır’ın yeniden diriliş tanrısı Osiris’le, Hristiyan yeniden diriliş tanrısının atalarından biri olarak görülebilir.
SÜMER’ DE BEREKET KÜLTÜ (KUTSAL EVLENME) NASIL DOĞDU?
M.Ö. 3000 yıllarında, Sümer düşünür ve din bilimcileri, Sümer’in önde gelen şehirlerinden Uruk’un baş tanrıçası olarak kabul ettikleri sevgi kaynağı, çekici ve fettan İnanna’yı kralları ile evlendirirlerse, onların verimlilik gücünün ülkelerine bolluk ve bereket getireceğini düşünmüşlerdir. Bunun için Sümer kral listesine göre, Uruk’un dördüncü kralı Dumuzi’yi Çoban Tanrısı yaparak Tanrıça İnanna ile evlenmek üzere seçmişlerdir. Bundan sonra Sümer’in şair ve ozanları bu konuyu, bazıları açık saçık olan yüzlerce satırlık şiirlerle anlatarak, çalgılar eşliğinde söyleterek dinlerinin önemli bir töresi haline getirmişlerdir. Bu noktada bilmek gerekir ki Sümer mitleri çoğunlukla bariz cinsellik içerir. Bu kadar çok cinselliğin bulunması, modern duyarlılıklara göre pornografik gelse de Sümerlerin cinsellik anlayışı tamamen farklıydı. Cinselliği muhtemelen Tanrıların tarım, hayvancılık ve insan türünün çoğalmasına dayalı bir kültür için esas olan üretkenliğe, doğurganlığa, verimliliğe yönelik faaliyetleriyle ilişkili olarak, dini bir bağlamda görüyorlardı. Yazıya geçirilen ilk ilahiler, aşk ve bereket tanrıçası İnanna için söylenen ve onun en mahrem yerlerini bile öven şarkılardı.
KUTSAL EVLENME METNİ
Bu evlenmeye ait bulunmuş birbirinden değişik şiirler var. Bunlar ya çeşitli ozanlar tarafından ve çeşitli çağlarda yaratılan şiirler. Bunlardan birine göre, İnanna ile çiftçi, çoban, balıkçı, ve kuş avcısı evlenmek istiyor. İnanna, evlenmeye hazır olunca onları çağırıyor. Çiftçi gelirken henüz biçilmiş “arpa”, çoban “ taze süt ve kaymak”, balıkçı “sazan balığı”, kuş avcısı’da “çeşitli kuşlar” getiriyorlar. Tanrıça bunların içinden Çoban Tanrısı Dumuzi’yi seçiyor. Başka bir hikayeye göre, İnanna’nın kardeşi Güneş Tanrısı Utu, kardeşine Dumuzi’yle evlenmesini öneriyor. Tanrıça önce çiftçi Enkimdu ile evlenmek istiyor, sonradan Dumuzi’yi seçiyor. Burada ki çiftçi – çoban çatışması, Habil ile Kabil hikayesiyle benzerlik gösteriyor.
Dumuzi sevgilisinin kapısında yanında çeşitli hediyelerle kapının açılmasını beklerken İnanna, annesi Tanrıça Ningal’e ne yapması gerektiğini soruyor, o da kızına, bu adamın iyi bir koca olabileceğini, giyinip süslenip kapıyı açmasını söylüyor. Tanrıça söyleneni yapıp kapıyı açıyor ve düğün hazırlıkları başlıyor. Tanrıça yıkanıp temizlenir ve tanrıçaya taze hurmalar sunulur. İnanna, kraliçelik hazinesine sokulur ve kendine yaraşacak çeşitli mücevherler seçer, giyinip süslenip, güzel kokular sürünür, gözlerini kömürle boyar. Diğer taraftan lacivert taşlarla süslü beyaz çarşaflı bir yatak hazırlanıyor (yatağın etrafına sedir kokuları serpiliyor). Yatağa önce İnanna davet ediliyor ve Dumuzi sonradan geliyor.
Büyük bir aşk ve zevkle başlayan bu evlilik ne yazık ki, İnanna’nın kardeşi Yeraltı Tanrıçası Ereşkigal’i ziyaret etmek isteyerek yer altına gitmesiyle acı bir duruma dönüşüyor.
Şiir tarzında yazılmış bu uzun öyküde;
İnanna, kardeşi Yeraltı Tanrıçası Ereşkigal’i görmeye yeraltı dünyasına gider. Kardeşinin karşısına çıkabilmek için yedi kapıdan geçer ama her geçtiği kapıda üstündeki dünyevi nesnelerin birini vermek zorunda kalır. Sırasıyla tacı, küpeleri, gerdanlığı, göğüs ziynetleri, uğur taşlarıyla süslü göğüs kuşağı, el ve ayak bilezikleri ve son olarak kıyafeti üzerinden alınır. Ereşkigal kardeşi İnanna’nın yeraltı dünyasına da sahip olmak istediğini düşünerek yeraltı kuralına göre onu öldürür. Diğer yandan kardeşinin kocası Dumuzi’yi baştan çıkartması için yeryüzüne bir kız gönderir. Tanrıça İnanna veziri Ninşubur’un yardımıyla bilgelik tanrısı Enki tarafından yaratılan iki cin tarafından kurtarılır. Fakat yeraltı kurallarına göre yerine birisini bırakması gerekir. İnanna, yanında cinlerle, yerine birini bulmak üzere şehir şehir dolaşmaya başlar. Gittikleri yerlerdeki Tanrılar, İnanna’nın yer altında kalmasının üzüntüsüyle çuval elbiseler giymiş, tozlar içine bulanmışlardır. Tanrıça hiçbirine kıyamaz. Nihayet uruk kentine geldiklerinde, kocasını en iyi giysiler içinde, başında tacı ve kucağında bir kızla tahtında kurulmuş olarak gören Tanrıça, çok kızarak Kocası Dumuzi’yi cinlere vererek kendi yerine yer altına gönderir. Cinler Dumuzi’yi yakalar; döverek, hırpalayarak, sürükleyerek yer altına götürürler. Kızı da tanrıça öldürür. Dumuzi orada Güneş Tanrısı Utu’ya kendini kurtarması için yakarır. O da Dumuzi’nin ellerini ve ayaklarını yılana çevirerek kaçmasını sağlar. Fakat cinler peşini bırakmaz. Dumuzi kardeşi Geştinanna’nın evine sığınır. Orada tam yakalanacağı sırada kırlara kaçar. Kardeşine onun yerini söylemesi için işkence yapılsa da Dumuzi’nin yerini söylemez.
Dumuzi kırda uyurken bir rüya görür.
Sazlığın ortasında yan yana duran iki kamıştan birinin kendisi için titrediğini, ve sırasıyla köklerinden söküldüklerini, ardından yayıkların dibinin düştüğünü, su kabının yere düştüğünü, süt güğümlerinin içi boş şekilde yere devrildiğini, çoban sopasının kaybolduğunu, Geştinanna’nın keçisinin sakalının toza süründüğünü, koyununun toprağı eşelediğini görür.
Rüyasını kardeşi rüya yorumlayıcısı Tanrıça Geştinanna’ya anlatır, o’da büyük bir üzüntüyle onun yine yakalanacağını söyler.
Geştinanna’nın ağzından: “Etrafında büyüyen sazlar seni yakalayacak cinler, tek duran kamış sana üzülen annen, koparılan kamışlar önce birimizin sonra ötekimizin götürüleceği, yayığının dibinin çıkması cinlerin seni yakalaması, su kabının düşmesi annenin kucağından düşmeni, değneğinin kaybolması cinlerin her şeyini silip süpürmesini, benim keçimin sakalını toza sürtmesi saçlarımın senin için havaya kalkmasını, koyunumun yeri tırmalaması senin için yüzümü yolacağımı anlatıyor.”
Gerçekten de yakalanıp yer altına götürülür. Yaptığına pişman olan ama kocasının yaptığının da cezasız kalmasını istemeyen İnanna’ya Geştinanna yardım eder. Tanrılar meclisine giden Geştinanna, kardeşi yerine yarım yıl yer altında kalmayı isteyerek, yarım yıl kardeşinin yeryüzüne çıkmasını sağlar. Dumuzi, yeryüzüne bahar zamanı çıkarak karısıyla birleşir. İşte bu birleşme sonucu yeryüzünde bütün bitkiler yerden fışkıracak, hayvanlar yavrulayacak, yumurtlayarak çoğalacak her tarafa bereket gelecek diye düşünmüş Sümer dincileri ve o günü yeni bir yılın başlangıcı olarak kabul etmişler.
İnanna ve Dumuzi’nin bu birleşmelerini, ülkenin kralıyla yüksek düzeyde ki bir rahibeyi her yeni yılda büyük şenliklerle evlendirerek sembolize etmişlerdir. Törenlerde Tanrıça yerine geçen rahibe ve Tanrı yerine geçen kralın birbirlerine söyleyecekleri sevgi, aşk, tutku dolu şiirler yazılmış, bunlar çeşitli çalgılar eşliğinde çalınmış ve söylenmiştir. Bu şarkılar daha sonra Tevrat’a “Süleyman’ın şarkılar şarkısı” olarak geçmiştir.
İnanna’nın yer yüzüne çıktığı tarih bügün Hristiyanlıkta “Noel”, Türklerde “Çam bayramı” olmuştur. Hristiyanlar arasında İsa’nın yeryüzüne çıkması, bereket getirmesi inancına dayanan ve yumurtalarla kutlanan, Almanya’da “ostern”, İngiltere’de “easter yortusu” ve halkımız arasında da “Hızır ile İlyas peygamber”in birleştiği düşünülen “Hıdırellez Şenlikleri” kutsal evlenmenin bir devamıdır.
İNANNA VE EREŞKİGAL’İN KARŞILAŞMASINA FARKLI BİR YAKLAŞIM
Günümüz araştırma metinlerinde bu konuya farklı açılardan değiniliyor; İnanna – Ereşkigal çatışması, Tanrıçanın bilinçli olarak aydınlık ve karanlık, iyi ve kötü yanlara ayrılmasındaki yeni babacı (Patristik) ikiliğin kökenlerini oluşturuyor. Ama İnanna’nın ölüp geri dönmesinde, bugüne kadar gelen ilk yeniden diriliş efsanemize de rastlıyoruz.Mitin bu kısmı doğanın yenilenme döngülerinde ölümün gerekliliğini dile getirir. İnanna efsanesi, önemli bir gereklilik olarak, ataerkil kültürlerin karanlık yan dedikleri ve öz bilgisinin tamam olabilmesi için önce yüzleşilmesi ve özümsenmesi gereken şeyi de dile getiriyor. İnanna’nın, kız kardeşiyle, yani kendinin bir parçasıyla yüzleşmek üzere dünyanın içine ( yani kendinin içine ) inmesi, bizim bilinç dışı dünyanın karanlığına yaptığımız kendi yolculuklarımız için uygun bir kinaye yahut arketipik bir imgedir. Ruhsal yahut tinsel olarak yeniden doğmak için, sıklıkla eski yanlış anlayışlarımızı yahut koruyucu maskelerimizi arkamızda bırakmamız ve bir anlamda, yeni varoluşa tekrar doğmak için eski varoluşla ölmemiz gerekir. Somut değilse bile bilinçaltı olarak, bu sürece ilişkin anlayışımız, vaftiz gibi dinsel törenlerde ve edebi eserlerde mevcuttur. İnanna’nın düşüşünü ve ölüme, yani yaşamın nihai sırrına yaklaşırken şıklığını, gösterişini bir yana atmasını, kendi kültürümüzün bu mecazlarının ışığı altında daha iyi anlayabiliriz.