“Doğu doğudur. Batı da batı. İkisi hiçbir zaman yaklaşamaz.” -Rudyard Kipling
1800’lerin sonunda yaşamış olan İngiliz asıllı yazar, şair ve gazeteci olan Rudyard Kipling, Hindistan’da doğmuş, büyümüş ve bir süre İngiltere’de yaşadıktan sonra yine Hindistan’a dönüp orada gazetecilik yapmıştır. Sanıyorum bu durumdan ötürü, birazdan anlatacağım kısa öyküsü pek daha bir anlamlı hale geliyor. Her ne kadar kraliyet şairi, yüce majestelerinin sadık kulu olarak bilinse de, İngiltere’nin krem tabakası (crème de la crème) tarafından sevilmezdi. Yine her ne kadar Hint yanlısı olmasa da, İngiliz alt sınıfının sesiydi ve eleştirmekten de kaçınmıyordu. Bu duruma elbette yaşamının büyük bir çoğunluğunu Hindistan’da geçirmesi ve İngiltere’de geçirdiği okul çağında yaşadığı zorluklar sebep olmuştur. Yine de sömürgeciliği iyilik olarak tanımlayacak kadar milliyetçiydi de. Sömürgeciliğin, Doğu’ya medeniyeti götüreceğini ve Büyük Britanya’nın dünya üzerindeki en mükemmel ulus olduğunu varsaymaktaydı. Tam da bu yüzden, ne olursa olsun, yukarıda alıntıladığım gibi; “Doğu doğudur. Batı da batı.”
Medeniyet. Bayılıyorum bu kelimeye. Zira ‘medeniyet’ adı altında yapılanlar/yaptıklarımız epey ironiktir. Varlığından bi haber olduğumuz bir kavramı başka kültürlere empoze etmeye çalışmak. Enteresan hakikaten. Yüzyıllardır süregelen Doğu’ya medeniyeti götürme çabası pek çok sanat dalına da yansımıştır şüphesiz. Peki ya Batı -ya da Batılılar- inatla götürmeye çalıştığı bu ‘medeniyet’ kavramına gerçekten hakim miydi? İşte bu kısa hikaye ile Kipling pek çok sorumuzu da yanıtlıyor aslında. The Mark of the Beast hikayesinde bu durumu çok net bir şekilde görürüz. Canavarın İzi/İşareti olarak da çevirebileceğimiz bu kısa öykü aslında sömürgeci İngilizler ve sömürgeleştirilmiş Hintliler arasındaki ilişkiyi gösteren bir alegori olarak değerlendirilebilir. Dilerseniz hikayeyi şöyle kısaca bir anlatayım, daha sonra da üzerine biraz konuşalım.
“Hadi sanki bir şeymişiz gibi davranalım!” -Orman Kitabı / Rudyard Kipling
Hindistan’a yeni gelen ve toprak sahibi olan Fleete’nin de yaptığı şey tam da budur işte. Bir şey gibi davranmaya çalışmak. (Zira bu kelime kesinlikle insan değil.) Yılbaşı partisinde alkolü fazla kaçıran karakterimiz, purosunu Hanuman’a benzer bir tapınak heykelinin alnında söndürerek Hint maymun tanrısı Hanuman’a karşı bir suç işler. Ardından sarhoş bir şekilde “Gördün mü? Buraya Canavarın İşaretini yaptım. Çok iyi değil mi?” diye haykırır. Eh, bu durum Hanuman’ı epey öfkelendirir ve aynı sırada çıplak ve cüzzamlı bir ‘Gümüş Adam’ karanlığın içinden çıkarak hızla Fleete’nin göğsüne dokunur. Fleete’nin arkadaşı Strickland ve anlatıcı, hala sarhoş olan Fleete’yi eve taşırlar. İşler bu noktadan sonra sarpa sarar. Fleete, kademeli bir şekilde canavara dönüşmeye başlar; koku alma duyusu keskinleşir, çiğ et yer, etrafındayken atları utangaçtır, Strickland’in bahçesinde elleri ve dizleri üzerinde sürünür ve en sonunda konuşma yetisini kaybederek adeta bir kurt gibi ulumaya başlar. Aynı zamanda, göğsünde -muhtemelen Gümüş Adam’ın dokunduğu yerde- leopar postundaki lekelere benzer bir işaret belirir. Bu noktada Strickland, anlatıcıya karşılaşacakları sorunlara hazır olmasını bildirir ve aynı gece Gümüş Adam, Strickland’in evinde görünür. Gümüş Adam’ın dışarıda dolaştığı süre zarfında Fleete odasında ciddi bir sarsıntı geçirir ve cüzzamlının varlığına tepki verir. Bu olaydan sonra Strickland, Hanuman’ın yapılan saygısızlığı cezalandırmak adına Fleete’yi büyülediği sonucuna vararak duruma müdahale etmeye karar verir. O ve anlatıcı Gümüş Adam’ı yakalayarak bağlarlar ve Fleete’yi iyileştirmesini söylerler. Elbette bu iş göründüğü kadar kolay olmayacaktır. Bu noktada ‘medeni’ beyefendilerimiz Gümüş Adam’a ısıtılmış silah namlularıyla işkence yaparlar. Şafak sökene kadar devam eden bu işkencelerin ardınan ikili Gümüş Adam’ı serbest bırakır ve ona “kötü ruhu uzaklaştırmasını” söylerler. Gümüş Adam Fleete’nin sol göğsüne dokunur dokunmaz Fleete hemen eski haline geri dönerek uykuya dalar. Bu sırada Strickland, Fleete’nin puta saygısızlık etmesinin kefareti konusunda rahiplere danışmak için Hanuman tapınağına gider, ancak anlattığı olayın asla gerçekleşmediği söylenir. Strickland geri döndüğünde ise Fleete de olanlara dair hiç bir şey hatırlamadığını söyler. Fakat odasındaki köpeğe benzer bir koku hakkında şakalaşırlar. Strickland ve anlatıcı hemen histerik bir kahkaha atarlar ve Fleete’nin hayatını kurtarmak için Gümüş Adam’a işkence ettikleri sırada medeni bir İngiliz olma iddialarını yitirdiklerini söylerler. ( Ah! :)) )
“Kurallarımız olmalı ve onlara uymalıyız. Sonuçta biz vahşi değiliz. Biz İngiliziz ve İngilizler her konuda en iyisidir. Bu yüzden doğru şeyleri yapmalıyız. ” -Sineklerin Tanrısı / William Golding
Çok sevdiğim bir kitaptır Sineklerin Tanrısı. Yukarıda verdiğim Jack’in cümlelerinden bir tanesi de tüm bu anlattıklarıma epey yerinde bir alıntı oldu sanıyorum. Herneyse, hikayeye geri dönersek eğer, Fleete ve Hanuman’ın habercisi arasındaki karşılaşma bizlere sömürgeci ve sömürgeleştirilen, İngiliz ve Kızılderili ya da Doğu ile Batı’nın karşılaştırılmasını düşündürür. Kipling, aslında sömürgeci ve sömürgeleştirilmiş arasındaki farklılık ve hiyerarşi kurma kaygısıyla sömürgeci söylemin tipik retoriğine başvurur.
Hanuman’ın sömürgecinin bakış açısından olan görüntüsü de şu argümanı doğrular; eğer insanoğlu Tanrı’nın suretinde yaratılmışsa, o zaman Kızılderililer maymun suretinde yaratılmıştır. Zira hikayede Hintliler hayvan benzeri ve zevk düşkünü, İngilizler ise tamamen insani ve rasyonel olarak tanımlanır. İncil anlatısında işaretleme, saf olanı bozuk olandan ayırmanın başlıca yollarından biri olarak hizmet eder. ‘İşaret’, Hanuman’ın doğasının aşındırdığı ikililiği güçlendirmenin bir yolu olarak kullanılmasıdır. Hem ‘bir özellik veya kalite’ hem de ‘görünür bir iz’ anlamına gelen ‘işaret’ kelimesini kullanmak, dayatılan anlamdan içkin anlama geçişe de odaklanır aslında. Yani, Fleete Hanuman’da ‘izini/işaretini’ bırakır, Gümüş Adam da Fleete’de aynı şekilde ‘izini/işaretini’ bırakır. Ama burda asıl kaçırılmaması gereken nokta ise Fleete’ye bırakılan iz, Hanuman’ın değil, Fleete’nin kendi vahşiliğini/canavarlığını ortaya çıkarmaktadır.
Son olarak, aslında hikaye kolonyal söylemin tipik olarak Öteki’ni yazdığı yolu ortaya çıkarır ve yok eder. Sömürgeleştirmenin edebi ve politik ilişkilerinin alegorisi, Fleete ve Hanuman’ın yüzleşmesi, İmparatorluk projesinin karanlık bir resmini de çizmektedir. Strickland ve anlatıcının histerik durumları, kimliklerinin yok edildiği duygusunu da dile getirir; artık gerçekten de ‘İngiliz’ değillerdir çünkü eylemleri temelde ‘İngilizliğin’ temsil ettiği ahlaki (ulusal/ırksal) üstünlüğe ilişkin tüm kavramlardan uzaklaşmıştır. Hoş, başından beri ne kadar yaklaşmış oldukları da epey bir tartışma konusudur.
Yani temelde aslında canavar olarak tanımlanan, ötekileştirilen ve medeniyete ihtiyaç duyan tarafın yalnızca Doğu tarafı olmadığı, Batılıların ‘medeni’ kişiliklerinin altında özellikle ahlaki yönden eğitilmesi gereken canavarlar olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Zira varoluşunda olmayan ya da sonradan kazanılmamış olanı başkalarına empoze etmeye çalışmak yersiz bir çabadır bana kalırsa. İzin verirseniz, tüm bu anlattıklarımı Sigmund Freud’dan yapacağım bir alıntıyla bitirmek istiyor ve yorumu size bırakıyorum.
“Medeniyet ilk kez birisinin muhatabına mızrak fırlatmak yerine hakaret etmesiyle kurulmuştur.” -Sigmund Freud