Selam. Başta sen okuyucuyu buraya çeken şeyin İbrahim Tatlıses olduğunun farkındayım. Başta anlatmaya çalıştığım şeylerde Protagoras’dan örneklemeler ve çıkarımlardan ve “sıkıcı” şeylerden bahsetmeye çalıştım. Bu yüzden yazının direkt olarak ilerleyen kısımlarına giderek ilgili kısımlara ulaşmanız mümkün….
Pekala… Baktığımız zaman insanın bir ölçüt olmadığını varsayarsak; şu an dahi sözleri ya da kelimeleri yazmamızı, anlamamızı, her geçen gün bir yenisini üretmemizi, tüketmemizi ; “anlamak” dediğimiz kavramı kavramamızı; “kavram” kavramını ortaya çıkarmasını sağlamayı başaramayabilirdik. İnsana insan denilmesini bile insan sağlamıştır. Aynı şekilde -bu şekilde devam eder nitelikte bir paradoksta olduğu da sayılabilir tabii ki- insana insan denilmesini sağlamayı sağlayan da yine insanın ta kendisidir.
Kapsamlı olmayan küçük düşüncelerden örneklendirmek gerekirse “tartışmalar ” , “münazaralar” vb. Bu tarz durumlardan ortaya çıkmaktadır. Fikirlerin birbirinden ayrı olabiliyor olması durumu. Demek istediğim bir grup sütün beyazlığını öne sürüp bu önermeyi savunurken bir başka grup ise siyah olduğu önermesini savunabiliyordur.
“takdir dinleyicilerin samimi duygularından doğar, övgü ise çokluk, asıl fikrini gizliyenlerin söyledikleri bir yalandır. “
derken Protagoras ölçütlendirme sanatından yararlanarak her şeyin başında insanoğlunun her daim her şeye yaptığı gibi yine belirli “kısıtlamalar” ( ‘kısıtlamalar’ demenin en doğru tabir olacağı görüşendeyim, her şeyin bir sonu olduğu görüşünü baz alarak düşünüldüğünde, eğer her şey sonlu ise, her şeye verilen ölçütlerin -kısıtlamaların- da bir sonu olacaktır.) getirerek -onları bir bakımdan idealar aleminden dışarı sürer, realist bir düşünceye dönüştürürcesine- “şeyleri” anlamlandırır/ölçütlendirir.
Aslına bakılırsa varoluşçu bir felsefeyle bakmak mümkün. Beat Kuşağı edebiyatı yazarlarının da benimsemiş olduğu gibi insanın ancak kendi kendisini var ya da yok edebileceğini öne süren mantıksal motto doğrusunda ilerler.
Stoa felsefesi denen bu “şeyi” ve varoluşçu felsefeyi ,yaşam denen bu içe sürülmüşlüğü en iyi şekilde ele aldığını düşündüğüm Camus’nün “absürt”ünden de faydalanarak popüler bir ikon “İbrahim Tatlıses” üstünden anlatmak gerekirse; Hayatına -kendi deyimiyle de- gerçek anlamda bir “mağarada” başlamış ve babasını ilk kez parmaklılar ardında görebilmiştir. Biyografik olarak bakacak olursak, kendisi yaşamında travma denen “tecrübe denizi”ni başarıya dönüştürme hikayesi -bilinçli ya da bilinçsiz- olması onun da stoacıların izinden gittiğinin -bence- bir göstergesidir.
Bu felsefe ile ilgili olarak Epiktetos:
” Izdırap, yaşamdaki acıları değerlendirme biçimimizden ortaya çıkar. “
demişti. Yine bu da insanın aslında her şeyin bir ölçütü olduğunun bir göstergesidir.
“İnsan mutlu olmak ister. Bu yüzden berbat bir haldedir “
dediğinde Freud da yine aynı şekilde -belki sadece bir nevi- her şeyin ölçütünün insan olduğunu söylemektedir.
Tatlıses’e dönecek olursak, kendisi inşaatta çalışırken söylediği alelade bir türkü sayesinde ismini duyurma şansını elde eder. Adanalı bir sinemacı keşfeder kendisini. Ve bir film senaryosunu andıran bu karşılaşmadan sonra Tatlıses Ankara , Adana gibi şehirlerde gazinolarda, pavyonlarda şarkı söylemeye başlar.
Derken “Ayağında Kundura” şarkısıyla önce radyolara sonra televizyonlara çıkmaya başlar. Ardından gelen “Yaşamak Bu Değil” “Mutlu Ol Yeter” “Mavi Mavi” ya da ” Haydi Söyle” gibi şarkılarla; -gerçek anlamda- mağarada başladığı hayatını sayısız ödül ile ve ülke sınırlarını aşan bir şöhretle taçlandırır.
Platon’da da olduğu gibi kendi kaderine kendisi güçlü bir kafatutuş sergilemiştir.
Plato’nun “Devlet” kitabında bahsettiği “mağara metaforu” ve kabullenilen sahte gerçekliğin kabullenilmesi olarak değerlendirilebilecek değişimi reddetme/ kabullenememe durumu da insanın her şeyin ölçütü olduğunu; çünkü her şeyin “her şey” olabilmesini sağlayabileceğini ve tam da bu sebepten ötürü ‘her şeyin’ aynı olamayacağını gösterir. Sonuçta “Hakikat” dediğimiz şey nefret sebebidir. Uyuyan “insanlarda”. Sokrates’i de bu yüzden şikayet etmemişler miydi? Mağara toplumu simgeler, zincirler ise toplumsal normları, yansıyan gölgeler ise bilinçaltındaki korkuları simgeler. İşte bu zincirleri kırmıştır İbo. Üstelik değişmeye gerek duymadan, değiştirerek. Hem sembolik hem de mağaradan çıkan İbo kişiyi kendi mağaralarından çıkarmayı amaçlamıştır aslında.
“Beni benden alırsan, seni sana bırakmam” şeklinde şarkı söyleyen bir varoluşçudan bahsediyoruz…