ACIYLA BAŞ ETMENİN YÖNTEMLERİ VAR MIDIR?
Bu yazımda diğer yazılarımda yaptığımın aksine sizlere (okurlara) başta teşekkür etmek istiyorum. Açık konuşmak gerekirse ilk yazmaya başladığımda tüm bu yazdıklarımı ya da sonrasında yazacaklarımı göz önünde bulundurduğumda “kim böyle şeyleri okumak ister ki?” “Kim böyle şeyleri merak eder ki?” diye düşünmüştüm. Dolaylı yoldan da olsa paylaşmak istememiştim (ama ilk fırsatta da hemen paylaşmaya yeltendim). Ve bu sebepten olsa gerek ki yazığım şeylerin okunabilceğine inancım yoktu. Hayatımdaki en güzel yanılgı oldunuz. Teşekkür ederim…
Konumuza dönecek olursam: ACI
Hayli kuvvetli, zor ve merak uyandırıcı bir başlık gibi gözükse de öyle değil. Berbat, çoğu zaman acınası ve nefret ya da sevginin işin içinde olduğu (siyah ya da beyazın işin içinde olduğu. Griyi kısmının içinde mevcut olmadığı…) bir dünyada yaşıyoruz. Peki bu kadar acıyla ve -belki- bunca duyguyla nasıl başa çıkacağız?
Filozoflardan yola çıkarak bu sorunun cevabına ulaşmaya çalışacağım.
Dolayısıyla bu yazıda bahsedeceğim ilk filozof Søren Kierkegaard. Kierkegaard ölümle -bence- çok genç bir yaşta tanışmış. 25’ine geldiğinde bir abisi dışında hayatında hiçbirisi kalmamış. Ardından mizahın ve kahkahanın hayatın acımazsızlığına verilebilecek en mantıklı tepki olduğunu farketmiş.
“Hayat yalnızca geriye dönük bir şekilde anlaşılabilir, ancak ileriye dönük bir şekilde yaşanmalıdır.”
Ve Absürd’e (Camus’nün Sisifos Söyleni adlı kitabına bir ithaf) sığınmış; ancak ironik, sarkastik ve absürt bir yaşam bizi bu hayatın sıkıcılığından ve acılarından kurtarabilir diye düşünmüş.
Dolayısıyla yazdığı kitaplarda da hayatla ilgili en ciddi meseleleri bile komik bir dille anlatmış.
“Gölgelerdeki kahkaha” demek kendisine yakışabilecek güzel lakaplardan birisi.
Yazdıkları dünya üzerinde milyonlara merhem olmuş ve olmaya da devam etmekte.
Yani bu yazarın varoluşçular gibi bir kafası varmış.
Camus’ de yola şu şekilde çıkıyor:
“Yaşamın anlamsız olduğunda karar vermek ile yaşanılmaya değer olduğuna karar vermek arasında fark vardır. Yaşan anlamsızdır, ancak yaşamaya değerdir.”
Bir de günümüz filozoflarından Yıldız Tilbe var. O da şöyle söylüyor:
“Kendimden çıktım yola, bir yere varamadım.”
(Gelecek yazıyı belki bu konu üzerinden ilerleyerek açıklayabilirim…)
Acı çekme yöntemlerine göre bir de “stoa” cılara bakalım…
Stoa denen şey Antik Yunan ve Roma’da gelişmiş felsefecilerce geliştirilmiş bir felsefe türüdür. Kökeni Stoik sözcüğüne dayanır. Stoik ise “acıya dayanan” anlamına gelir. Yani ne mi? Neden, nasıl beceriyorlar bunca acıya dayanmayı? Başlıca Stoacılar, bireylerin kendi başlarına gelen kötü olayları ya da edindikleri kötü tecrübelerin -yine- birey için birer fırsat olabileceğini görür; bu durum ile ilgili olarak Epiktetos şöyle söyler:
“Istırap yaşamdaki olayların kendinden değil, onları kişiliklerimizle bireysel değerlendirme biçimimlerimizden ortaya çıkar”
Ve bu durum özelinde şöyle bir ters psikoloji geliştirilir:
Misal toplumdaki bireyler canları sıkkın olduğunda ya da işler bir şekilde kötü gittiğinde “her şey ‘bir şekilde’ yoluna girecek. Bir ihtimal her şey düzelecek” diye teselli eder ya kendinlerini ya da çevrelerini. Stoacılar başka bir pencereden bakıyor. Ve o şekilde yapmıyor. Onlar bir şekilde tüm bu avuntuların bireyi/insanı sadece oyalayacağını düşünüyor ve ” her şey düzelecek“ zırvası yerine “her şey -ihtimal de olsa- çok daha kötü olabilir, çok daha da zor günler gelebilir” diye düşünüyor.
(NOT: Düşünme tarzları kesinlikle kötümserlikle alakalı değil. O -bence- bambaşka bir şey. Bu daha çok gerçekçi ve hazır olmak gibi bir şey.)
Stoacılar bu şekilde kendilerini en kötü durum senaryolarına hazırlayarak gerçekte aslında karşılaşabilecekleri her türden trajedi için öncesinde hazırlık yapmış oluyor ve bu durumlara dayanma/ karşı koyma güçlerini geliştiriyorlar. Ayrıca ne kadar kötü bir halde olurlarsa olsunlar, bu şekilde anın tadını da çıkartmaya da devam edebiliyorlar.
Stoacıların görüşlerine göre:
“Olan her şey, öyle olması gerektiği içindir.”
Hem bir şekilde kontrol de bir yanılsama değil midir? Yani demek istediğim her an her şeyi bir şekilde kontrol edebilir miyiz? Yani hayatı biraz da olsa akışına bırakmak daha güzel kılmaz mı onu? Zaten -yine- bir şekilde her şey dört dörtlük olsa bile -ki bu çok sıkıcı olurdu- illa ki birisi gelip tüm planlarımızı alt üst etmez mi?