İnsan, tarih boyunca kendine dair sorular sorar. “Neden buradayım? Nereden geldim, nereye gideceğim? Bu dünyadaki amacım, buraya geliş sebebim ne?” bunlardan yalnızca birkaçıdır. Aydın bir zihne sahipseniz, yani dünyanız henüz “sadece gördüklerinizi” algılayacak kadar kararmamış ve körelmemişse bu soruları çok defa kendinize sorarsınız. Hepimizin bir günbatımında, bir gece karanlığında, belki bir yağmur damlasında, kar tanesinde arayıp bulamadığımız o “anlam”a ulaşmaya çalışırsınız.
Tarih boyunca insanoğlu kendini arar aslında. Evrende ve dünyada aradığı, anlamlandırdığı her şey kendiyle ilgilidir. Bu nedenledir ki Yunan Mitolojisi’ndeki tanrılar, insan suretinde ve insani duygularla betimlenmiştir. Kızar, aşık olur, kıskanır, hırslanır ve üzülürler; tıpkı insanlar gibi. Ancak doğuya gidildiğinde, kültür kendini farklı bir biçimde gösterir. Yunanlılar için kutsal olan denizler, doğuda yerini hayvanlara ve doğaya bırakacaktır. Bu nedenledir ki Mısır ve Pers efsanelerinde hep hayvan betimlemeleri, doğal yaşam unsurları bulunmaktadır.
Bugün sizlere anlatmak istediğim bu ilham verici efsane ise, insanoğlunun hayatı “tek bir şeyden” anlamlandırdığı dönemlere ait: bir kuştan. Pers ve Türk mitolojisinde bolca söz edilen kuşlar, efsanelerin baş kahramanlarıdır. Macarların ve Türklerin kutsal kuşu olan Tuğrul kuşu, Macarların hala kraliyet simgelerindendir ve şehirlerinin en değerli noktalarında dev heykelleri bulunur. Birçok kaynakta ise Tuğrul Kuşu ile Simurg aynı kuş olarak tasvir edilmiştir. Pers mitolojisindeki en önemli efsanelerden biri ise, insan doğasını gözler önüne seren Zümrüdü Anka Kuşu’dur. Efsanelerde Simurg, Sênmurw ve Sîna-Mrû olarak da adlandırılan bu kuş, Batı mitolojisinde “Phoenix” olarak kaynaklara geçmiştir.
Efsaneye göre bu kuş bakır renkli dev kanatlara sahip bir kuştur. İnsan gözünün dahi göremeyeceği kadar yükseklerde uçar, öyle ki Kaf Dağı’nda yaşar. Bazı efsanelerde 500 sene kadar yaşadığı anlatılan bu kuşun, Pers efsanelerinde 1700 yıl kadar yaşadığı söylenir. Bu kuş o kadar yaşlıdır ki dünyanın yıkılışına tam üç kere tanıklık etmiştir. Tüm bu zaman boyunca o kadar şey öğrenmiştir ki, bilgeliğin sembolü olarak da tasvir edilir.
Anka Kuşu, öleceğini anladığı zaman kendine kuru dallardan bir yuva yapar ve o yuvayı bilinmeyen bir sıvıyla kaplarmış. İnzivaya çekilir ve Güneş ışınlarının tutuşan dallarla birlikte kendisini yakmasına izin verirmiş. Daha sonra tüm o küllerin arasından yepyeni bir Anka Kuşu olarak yeniden doğarmış.
İşte insanoğlunun zekasının efsanelerde ne anlamları gizlediğini anlarsanız, hayat yolculuğunu biraz daha anlamış oluyorsunuz. Tıpkı Anka Kuşu misali bazen biz insanlar da çok yüksekten uçarız. Hiçbir şey bizi yıkamaz ve sarsamaz zannederiz; zira güçlüyüzdür. Fakat aslında insanın içindeki güç, fiziki kuvvetinden değil ne zaman yıkılıp, ne zaman toparlanacağını bilmesinden gelir. Tıpkı bu efsanedeki gibi, yıkılacağımızı anladığımızda kendimizi dört duvar arasına gömer; bir müddet dünyadan uzaklaşır ve tabiri caizse acı gerçeklerle yüzleşiriz. Buna sebep olan herhangi bir şey olabilir. Attila İlhan’ın da dediği gibi “İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur”. Fazla görmüş geçirmişlik, fazla yaşanmışlık ve farkındalık bunun başlıca sebeplerindendir. Fakat Anka Kuşu ne kadar yüksekten uçarsa uçsun, sonunda yeryüzüne iner. Tıpkı bizler gibi. Ne kadar derin olursak olalım, gün gelir kıyıya vurma tehlikesi ile karşı karşıya kalırız. Zira olay, tam da bu efsanenin bize öğrettiği gibi; gerektiği zaman kabuğumuza çekilip, gerektiğinde yeniden doğmakta aslında. Bir şarkı sözünde söyledikleri gibi “Çünkü olay, yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkmak”. Hayat bundan ibaret. Yaralar alıyor, bazen yalpalıyor bazense yoruluyoruz ama ne olursa olsun aynaya baktığımızda gözlerimizdeki o kararlı duruşla, hayatı ürkütüyor ve ayağa kalkıyor tıpkı Anka Kuşu gibi; küllerimizden yeniden doğuyoruz.