Giriş cümlesi “Bugüne kadar gerçekleştirdiğim araştırmaların tüm mantığı beni buna hazırlamış olmasaydı böyle zorlu bir işe girişmezdim” ile başlayan Eril Tahakküm’de karşılaştığınız her referansla Bourdieu ile empati kurmanızın kaçınılmaz olduğu bir sürece giriyorsunuz. Kitaba geçmeden önce birkaç konuda açıklama yapmak isterim.
Eril tahakküm dediğimiz olgusal ve zihinsel oluşumlar ne bu kitapla sınırlı ne de kitapta bahsi geçen örneklerle. Fakat haddim olmadan kimseyi yanlış bir yönlendirmeye maruz bırakmak niyetinde olmadığım için “kitap incelemesi” sıfatına layık bir yazı hazırladım. İçerikte kullanmayı seçtiğim görseller ise, sanat tarihi içerisinde sanatçı erkeklerin, kadınlara bakış açısını yansıtan resimlerden oluşuyor. Bir belge niteliğinden çok seyirlik nesne olarak kadın geleneği oldukça derin. Güzel Sanatlar Fakültesi’ne hazırlanırken çıplak kadın model çalışmaları yapmamıza rağmen hiç çıplak erkek model çalışmadığımız göz önüne alınırsa, bu bakışın halen izlenebilir olduğunu söyleyebilirim. Ancak, dediğim gibi kitap ile sınırlı kalmaya çalıştım, bu yüzden bu konu hakkında başka zaman konuşmak daha iyi olacaktır. Bazı duyguları gıdıklamayı ve rahatsız etmeyi başaran Eril Tahakküm‘ün aksine, yüksek renk yoğunluğu ve çeşitliliği bulunan eserler seçmeye özen gösterdiğimi, bu sayede okuyucuya soluklanabilmesi için alan yaratmayı amaçladığımı belirterek kitaba geçelim.
Eril Tahakküm, bir bütün halinde işleyen tahakküm türlerini kendi aralarında üç ana gruba ayırıyor. Bunlardan ilkini Büyütülmüş Bir Resim başlığı ile Tahakkümün Bedenleştirilmesi noktası oluşturuyor. Eril düzenin kendini ispata yeltenmemesi ile zaten meşru kılınmaya kendinden menkul olduğunu vurgulayan Bourdieu; toplumsal düzendeki her şeyin eril tahakküm üzerine tasdik edildiğini, erkekmerkezli aklın esaslarını temel alan toplumsal mekanizmalarla, tahakküm eden kadar edilenin de kabullendiği bir ilke olarak içselleştiğini belirtir. Husserl’ın “doğal tavır” haline öykünen bu durumun ilk dayanağını oluşturan anatomik farklılıklar, her tür örnekte kendini gösterir ve zihinlere yerleşir; yatkınlıklar dayatır ve telkin eder. Baştan aşağı erkekmerkezlilik ilkesine göre örgütlenmiş Kabil Berberileri’ni sosyo-analiz aracı olarak kullanmaya karar veren Bourdieu, Kabil kadınlarının “yaşama sanatı” esaslarının hem bedensel hem ahlaki düzgün duruş esaslarına dayandığını yazar. Fiziksel duruşlara referans olması açısından Frigga Haug’un araştırmalarından birkaç noktaya dikkat çeker. Haug, çalışmaları sonucunda kadınların adeta “ufalmaktan” ibaret olarak algılandıklarını; yüksek topukluların, elleri durmadan meşgul eden çantaların, oturma düzenini denetleyen eteklerin, içeri çekilen karınların kadınların lehine durumlar olduğunu belirtir.
Bir diğer örnek olarak Fransız kadınların görüşlerinden derlenen çalışmalara değinir Bourdieu. Fransız kadınları açıkça kendilerinden daha uzun ve daha yaşlı erkeklerle birlikte olmayı tercih etmektedir. Tam tersi durum, itaat edenin erkek olarak algılanmasına neden olmaktadır. Maalesef ki toplumsallaşmış kalıcı eğilimler, yükümlülükler bunları üreten koşullar ortadan kalktığında dahi var olmaya devam etmektedir; kadınların kendi kendilerini agoradan dışlamaya sevk etmektedir.
Soyoluş ve bireyoluş, tahakkümün bilinç dışına dayalı açıklanması gibi esaslara dayalı oluşturulan ikinci bölüm Saklı Sabitlerin Hatırlanması; adeta Virginia Woolf ‘un Deniz Feneri romanına, “baba figürü”ne ithaf edilmiştir. Dünyada “yapılacak” ve “yapılmayacak” olan şeyler bir eyleyiciye değil, eyleyicinin konumuna ve yakınlıklarına göre belirlenmektedir. İş bölümü, cinsellik, kamusal alan, zaman yönetimi erkekmerkezli toplumsal düzene göre kurgulanır. Erilliğin bir soyluluk olarak algılandığı bu durumda, cinsiyetlere göre belirlenen libido; libidonun dışavurumunu meşru kılan ‘meslekler’; mesleğin getirisi olan beklentiler ve bu beklentilerin bedenlere kalıcı yatkınlıklar şeklinde sirayet etmesi çıkmazı ile karşılaşılır. Bedenin biçimi, duruşu kişinin doğası hakkında bilgi vermektedir artık. Bedenin taşınması, takdim edilmesi deneyimlenen beden ve meşru ayrımını doğurur; kadınların, başkasının bakışına bağımlı olma hali varoluşlarının yapıtaşı halini alır. Bu noktada erkekliğin ve babalığın muazzam figürü olarak belirlenmiş olan Mr. Ramsay karakteri işlenmeye başlanır. Arkadaşları, Mr. Ramsay’ı çocukça davranışlar içindeyken suçüstü yakaladıklarında, “başkalarının özel yaşamına girmiş” ve “görmemeleri gereken bir şeyi görmüş” oldukları hissiyatını yaşarlar. Dünyanın gerekliliğini dile getirmeye mecbur olduğunu hisseden babanın kendisine dair yaptığı her eleştiri, egemen ve meşru kabul gören “baba” ya yapılan eleştiridir. “Baba”, toplumun ona atfedilen hak ve yükümlülükler ile donatılmıştır zira.
Üretim ve kurumlar üzerinden incelenen tahakküm biçimlerine yer verilen son bölüm Süreklilik ve Değişim’de, tükenmeyen ve taviz verilmeyen erkekmerkezli dünya görüşünün üretim faaliyetleri ve iş bölümünde varlığını koruduğuna değinilir. Eril çalışma zamanı ile dişil üretim zamanlarına göre düzenlemiş tarım faaliyetlerini en temelde meşru kılanın devlet olduğundan bahsedilir. Dişil üretim zamanlarının yegane mekanı olan ev ve ev’cil çalışmalara uzanan Sembolik Mallar Ekonomisi ve Yeniden Üretim Stretejileri’nde kadınların ev içi işlerden ücret talep etmemelerinin, bir nevi, yaptıklarının küçük görülmesine, değersizleştirilmesine vesile olduğuna değinir. Feminizm ile sorgulanmaya başlanan her alanın değişimi o alanın güncel ve potansiyel kadınlaşma oranıyla ölçülürken, ailenin sembolik sermaye üretiminde belirleyici paya sahip olanlar erkeklerdir. Bunun sonucu olarak ev’cil görünüm ve cazibe merkezi konumu kadına kalır. Burada çok ilginç bir örneğe değinir Bourdieu; Amerika’da, üst sınıf ailelerin, moda ve cazibe nesneleri olarak gördükleri kız çocuklarına Fransızca isim koyma eğilimi gösterdiklerini, soyun bekçisi erkek çocuklarına, soy içerisinde korunmuş eski isimlerin verildiğini belirtir. Kadınların doğal görünümlerinin savunulması düsturuyla hareket eden feminist hareketlere karşın, eril bakış açısına göre yönlendirilen toplumsal dünyada bir işin nitelemesini “kadınsı” veya “hiç kadınsı değil” şeklinde devam ettiğinin altını çizer. “Kadınsı” nitelemesinin pek çok alana yayıldığını, Fransa’nın kadınsı olarak algılandığını; felsefe, edebiyat, sosyal bilimler gibi “kadınsı” alanlarda eğitim görmek isteyenlerin Fransa’yı tercih ettiğini yazar.
Sonuç olarak eril tahakkümün analiz edilmesinin toplumsal sonuçlar doğurduğuna, beraberinde büyük bir diyalektik süreci başlattığına değinir. “Rıza”, “ikna”, “baştan çıkarma” arasındaki ince çizgilerin yerini günden güne görünür olmayan başlayan feminist hareketler alır. Çağdaş feministlerin “kadınların tahakküm ilişkilerindeki katılımının kabullenilmesinin, sorumluluk yükünü erkeklerden alıp kadınlara vereceği korkusuyla, itaatin analinizi yapmaktan kaçınmayı” tercih edenler olduğuna değinir. Bir anlamda konu, kadının bilinçli ya da değil ‘isteğine’ çekilmektedir. Hükmedilen Bilince Dair metniyle Nicole Claude Mathieu “zalimin tüm sorumluluğunu sıfırlayan” ve “bir kez daha tüm suçu mazlumun üstüne yıkan” rıza kavramının eleştirisini en uç noktaya kadar götüren isim olarak örneklendirilir. Sembolik devrimin bilinç ve istekler arasındaki basit değişime indirgenemeyeceğinin vurgusu yapılır. Eril tahakkümün kendini en görünür yer ev’cil birim olmasına rağmen orada uygulanan tüm güç ilişkilerinin sürekliliğinin devlet gibi, okul gibi dışarıdaki mercilerde konumlandığını belirtir. Çözüm olarak bedene ve kurumlara sirayet eden eril düzenin iş birliğini yadsımadan ele alacak siyasi bir eylemin, eril tahakkümün yok oluşunu sağlayacağını savunur.