Gece
Gündüz

Didaktik Deli; MABEL LONGHETTİ

14 September 2021
17 dk'lık okuma

telefon çalar,

çocuklardan birisi açar: anne, babam seni telefona istiyor.

Mabel: şu an partide olduğumuzu söyle…

Çocuk: tamam, babama onunla konuşmak istemediğini söyleyeceğim.

Toplumu eleştirmek yerine kadını eleştirmenin kolaycılığına kaçan toplumun yansıması, konuşmak için çırpınıp bir türlü iletişim kurmasına izin verilmeyen, kendini hep sıkışmış halde bulan; R.D. Laing delilik vizyonunun didaktik versiyonu olarak da yorumlanan Mabel Longetti karakteri… John Cassavetes’in “Gena’dan bu rolü yedi sekiz kez üst üste oynamasını istemek ona büyük haksızlık olur” kararıyla, sahnelenmek üzere kaleme aldığı senaryoyu filme uyarlamasıyla oluşan A Woman Under the Influence (1974), bu sayede Ray Carney tarafından da Faces (1968) ve Minnie and Moskowitz (1971) ile birlikte “evlilik üçlemesi” nin ikinci filmi olarak sinema tarihindeki yerini alıyor.

Gena Rowlands’ın Oscar’a aday olduğu, oyunculuk eğitimi olarak da izleyebileceğimiz film çok zor maddi şartlar altında çekiliyor. Cassavetes “Filmi yaparken çok büyük kumar oynuyordum. Sabahları bankadan kredi çekip gelip filmi çekmeye çalışıyorduk” diyor o zamanlar için. Bunun yanı sıra oyuncu açığı da mevcutmuş. Ne yapsak da halletsek dedikleri dönemde çiftin çok yakın arkadaşları Peter Folk (Nick Longetti) yüklü bir miktarda para yardımıyla projeye dahil olmaya karar veriyor. Gena saç ve makyajını kendisi yapıyor, Nick’in annesi rolü için yönetmenin annesinde karar kılınıyor, vesaire. Fakat durum burada da bitmiyor. Filmin dağıtımını üstlenecek bir şirket yok. Bu durumun, o dönemde pek sık rastlanılan bir şey olmadığı, bu sayede işlerin yürümesinin imkansıza yakın bir durum olduğu yazıyor her yerde. Filmin dağıtımına yardımcı olması için işe alınan üniversite öğrencisi Jeff Lipsky, “Sinema tarihinde ilk kez bağımsız bir filmin ülke çapında bir alt dağıtım sistemi kullanılmadan dağıtılması durumuyla karşılaşıyorduk.” diyor. Fakat hatır gönülle, tiyatro yönetmenlerinin destekleriyle bu işler de hallediliyor ve film gösterime giriyor.

Filmde alt-orta düzey bir ailenin kesit sayılabilecek bir dönemine tanıklık ediyoruz. Ana karakterimiz Mabel ve Nick, özel bir gece geçirmek için hazırlık yapıyorlar fakat işler istedikleri gibi gitmiyor. Üç çocuğu bulunan çift, yalnızken oldukça uyumlu bir bütün oluşturmalarına karşın, Mabel’ın topluluk karşısındaki dengesiz hareketleriyle oldukça zor zamanlar geçiriyor. Nick ise “son çare” olarak Mabel’ı akıl hastanesine yatırmaya karar veriyor.

Sinema yazarı Pauline Kael tarafından kendisini normal olarak tanımlayan baskıcı bir toplumun günah keçisi olarak karşımıza çıkan romantik deli Mabel Longetti’nin hikayesinde; sahip olduğu her dürtü reddedilip, baskılanmaya çalışılıyor. Bir evlilik kurbanı imajı çizmesi, toplumun kolaya kaçan yapısında onu bir kahraman gibi gösterdiğine dair eleştirilere de maruz kalıyor. Gena Rowlands’ın oyunculuğunu yorucu, aşırı ve samimi bulmayan bir kesimin varlığına rağmen bir kadının gözlerimizin önünde çöküşüne tepki vermeden izlemek de pek olası görünmüyor.

Ben herhangi bir yetkinliğim bulunmadan filmi anlatmaya, parçalara bölüp değerlendirmeye giriştim bu içerikte. İlk bölümüm, karakterimize teşhis koyalım diye harcanan neredeyse yarım saatlik bir sürece değiniyor. Keyifli okumalar dilerim;

Çiftimizin akşamı baş başa geçirmek için; çocukları anneannesine emanet etmesini, işten sonra yapılan planlara dahil olamayacağını bildirmesini izliyoruz. İkisinin de çabaladığını görmek mutlu ediyor ama Nick’in son dakika bir yangına gitmesi gerektiği için eve gelemeyeceğini söylemesi ile Mabel’ın kendini sokaklara atması bir oluyor. Tanımadığı bir adama “evet ismini biliyorum”, “sen Nick Longhetti’sin” gibi cümleler sarf edip geceyi birlikte geçirmesine tanık oluyoruz. Sonrasında Mabel’a bahsi geçen etkiden kılıflar biçiyoruz haliyle.

 

 

Sabah olunca Nick, “Mabel hassas ve kırılgan bir kadın” ile “normal bir kadın değil, evi bile yakabilir” gibi birbiri içine kaynaşıp neden-sonuç ilişkilerinin görünür olmaktan çıktığı cümleleri saf eden iş arkadaşlarını eve yemeğe getiriyor. Üstelik eşini arayıp haber dahi vermeden ve ilerleyen sahnede bunun ilk defa olmadığını anlıyoruz.

Mahremiyetin ve saygının sıfır olduğu bu ortamla ilgili belirtmek istediğim bir diğer nokta, çiftimizin yatak odası kisvesi altında yemek odasını kullanması, bir çekyatta yatmaları, mutfakla yemek odasının arasında banyonun bulunması ve göze parmak misali, bu hiç özel bir yanı kalmamış banyonun üzerinde, evin ruhuna da uymayan bir fontta, asılı duran PRIVITE yazısını görüyoruz.

Herkesin masa başında, gerçekten elle tutulur yanı olmayan muhabbetler yaptığı ortamda Mabel’ın kıvranışlarını izlemek çok hoşuma gitmişti. Hep, söze başlayacakmış gibi bir tavırda ama herkesi dinliyormuş hali de mevcut. Bu sırada Nick’le flört etmesi, ileride kendisini tanımladığı kelimelerle, sıcak ve samimi kişiliğinin yansıması gibi. Ve bu kişiliğe yakışır bir halde misafirlerinin iyi vakit geçirmesi için çabalarken bir anda her şey yanlış anlaşılıp olaylar yanlış yöne sapıyor. Herkes bir bir evden dağılmaya başlıyor. Mabel yanlış bir şey yapmadığı ile ilgili hesap vermeye başladığı zaman Nick bağırıp çağırmaya başlıyor. Ve eşinin asla Mabel’ı anlamak için çabalamadığını fark ediyoruz;

Mabel: eve getirdiğin herkesi seviyorum.

Nick: biliyorum… delirmeye başlıyorsun demek de istemiyorum...

Mabel: yanlış bir şey mi yaptım? söyle. duygularımı incitmekten korkma. ne yapmamı istediğini söyle, nasıl yapmamı istediğini söyle…

Bu replikten sonra aklıma bir insanı tanımak için kıstas kabul görmüş; birlikte yolculuğa çıkmak ya da birlikte yemek yemek geldi. Mabel’ın kendi iradesinden, kendi isteklerinden çok eşinin buyruklarının geçerli olduğunu, Nick’in ne kadar güçlü bir etkisi olduğunu Mabel’la yemek yerken fark ediyoruz biz de.

 

Filmin ikinci bölüm olarak ele aldığım kısımda, Mabel’ın kendini tanımlama stilleri ve daha çok eksikliğini duyduğu durumlarla karşılaşıyoruz;

Uzunca süredir çocuklarının okul dönüşünü beklediğini anladığımız Mabel’ın, okul otobüsünü bu kadar büyük bir sevinçle karşılaması, nasıl bir kendini adanmışlıkla karşı karşıya olduğumu fark ettirdi bana. Evine, çocuklarına, eşine… Sonra koşarak evin verandasına geliyorlar çünkü parti verecekler akşam. Biraz soluklanmak için oturduklarında Mabel, hayatta sahip olduğu en güzel şeyin çocukları olduğunu söylüyor ve belli ki aklını kurcalayan “ben nasıl biriyim?” sorusunu çocuklarına soruyor. Ve sohbetin sonunda ekliyor, gördünüz mü her şey ne kadar güzel böyle konuşunca… Bundan sonra ise Mabel’ın söylediği her sözün yanlış yönlere çekilmesine şahit oluyoruz ve inceden inceye serzenişleri yankılanıyor arka planda. “Burası herkesin girebildiği bir ev” diyerek misafirlerini içeriye buyur etmesi yine mahremiyet sıfır noktasına çekiyor meseleyi, çocukların kendi hallerinde dans ettiğini görünce misafirine “işte bu durmamız gereken nokta” diyerek ebeveynlerin her şeye karışmaması gerektiğini vurguluyor belki ama misafiri çayını istiyor cevap olarak. Telefon çalıyor ve oğlu babasına Mabel’ın ağzından çıkmayan bir cümleyi iletiyor, eve gelen misafirin çocuklarını alıp gidecek olmasını alışılmadık bir durum olarak karşılayan Nick Mabel’a tokat atmaktan çekinmiyor, en iyi hamburgercide balık yediği için zehirlenen Nick’in annesi Mabel’a durmadan sözlü tacizde buluyor.

 

 

Filmin, in medias res olarak değerlendirilebileceğine kanaat getirdiğimiz sahneye geçiriyoruz buradan. Hiçbir şeyden haberimiz yok ve bu ailenin ortasına bırakılmış hissediyoruz her replikte. El yordamıyla seçiyoruz neler olduğunu, olabileceğini. Bu durumu iyi hazırlanmamış senaryoya bağlayan birçok eleştirmen de bulunmuyor değil. Ben ise, illa bir şeyler bir şeylerin peşinden geliyor diye onun nedeni olmak zorunda değildir, felsefi görüşüne sığınıp izlemeye devam ediyorum. Çünkü hayatın da böyle olduğunu düşünüyorum. Bizler sık sık bir temel arayışındayız ve yaptığımız her şeyin nasıl filizlenip büyüdüğünü gösterme ihtiyacı duyuyoruz. Halbuki yaşamda her şey kurallarla veya belirli bir sıraya münasip gelişmiyor.

Saatler ilerliyor. Mabel, alışılmışın dışında bir şey bulunmadığından dert yanarken Nick’in telefon görüşmesinden, eve daha önce de gelmiş olan doktorla konuştuğunu öğreniyoruz. Mabel’ın sıfatı tescillenmiş anlayacağınız. Neler döndüğünü bilir gibi kapı kenarlarından eşini izliyor: kendini küçük düşürdün bütün olan bu, diyor. Sonra baba otoritesini sarsmanın yanlış olduğunu hatırlamış gibi: ben her gün kendimi komik duruma düşürürüm, açıklamasında bulunuyor. Gereksizce savrulan tokadı, kırıcı sözleri hepsini unutup yine eşinin gönlünü almaya çalışıyor. Üstelik bunu hak ettiğini de söylüyor, Nick’in kendisi için en doğrusunu bildiğine inanıyor. Mabel’ın nasıl ağır psikolojik şiddetin etkisinde olduğunu doktor geldikten sonra daha net izleyebiliyoruz. Doktorla bu sahneleri birçok defa yaşamışlar ve gitmemek için arkasına sığınabileceği tek dayanak çocukları kalmış artık. “Bu iş yürüyecek çünkü hamileyim” diye özetlediği, şarta bağlanmış evliliğinde bir ayrılığa daha maruz kalmak istemiyor. Bourdieu, Aile Ruhu başlıklı konferansında ailenin bütünleşme‘yi sağlamaya özgü duygular kurmayı amaçlayan bir kurma çalışması‘nın ürünü olduğunu belirtiyor ve devam ediyor; kurma ayinleri aileyi, birlik halinde, bütünleşmiş, birlikçi, dolayısıyla sabit, istikrarlı, bireysel duyguların dalgalanmalarına kayıtsız bir kendilik olarak kurmayı amaçlar.

Mabel Longhetti karakterindeki baskı altına alınmaya çalışılan durumlar, “aile” olduktan sonra değişmeye mahkûm edilmiş kadınların yansımasıdır. Çocuklarıyla dans etmesi, onlarla şakalaşması, erkeklerle sohbet etmesi… bunlar evlendikten sonra sınırlandırılması gereken davranışlar olarak Mabel’a ağır gelmektedir.

Doktorun içini rahatlatmak için kimsenin hasta olmadığını, “bir hıçkırık krizim tuttu ve şimdi geçti” diye açıklama yaparken cümlenin sonunu da yutuyor, ve bu nedense bana, Mabel’ın yalandan da uzak bir yapısı olduğunun kanıtı gibi geliyor. Her zaman içten, samimi ve gerçekten ne düşünüyorsa onu dile getirmeye ‘çalışıyor’.

Yemek sahnesinde olduğu gibi kalabalıklarda nasıl davranacağını tam bilemeyen Mabel, anne-eş-doktor tarafından hem mecazen hem de gerçekten üçe bir kompozisyon oluşturuyorlar ve Mabel “burada bana karşı bir komplo dönüyormuş gibi hissediyorum, haklı mıyım?” diye bağırmaya başlıyor. Mabel’ın sesini yükselttiğine ilk defa şahit olurken acaba bu olayların geri planındaki güçlü isim Nick’in annesi mi diye sorguluyorum. Anne, Mabel’a iğne vurulması gerektiğini söyleyip duruyor ve eşlerin konuşmalarına her fırsatta dahil olup olayı kendi istediği yönde sonuca bağlıyor. Doktora, belli ki oğlu anlattığı için, ev hayatlarıyla ilgili bilgi vermeye başlıyor. Mabel’ın içinin bomboş olduğunu söylüyor ve geçen akşam eve gelen yabancıdan bahsediyor. Bizim gibi Nick’in annesi de olaylara orta yerinden (mü)dahil oluyor, içine giriyor ve adeta bizim izleyici olarak düştüğümüz konuma paralel bir karakter sunuyor. Belki de tahmin ettiğimizden daha fazla etkilidir diye düşünüyorum. Üçüncü bir kişinin bu kadar şey bilmesi yine mahremiyet sıfır noktasına çekerken bizi, Mabel da evde kalması ile ilgili gerekçelerini sıralarken sanki içinin bomboş olduğu yakıştırmasının sebeplerini de açıklıyor;

beş nokta buldum, benimle ilgili, BİZİMLE İLGİLİ..

Mabel’ın ilk aklına gelenleri söylediği belli oluyor, bencillikten uzak kimliği ben’i biz diye çeviriyor. İlk ikisini söylerken çok kıvranıyor çünkü bunların konuyla alakasını tanımlayamıyor;

aşk, arkadaşlık..

Belki inanmıyor söylediklerine. Çünkü ‘beş nokta’ diye başlıyor cümlesine ama sesli söyleyince daha farklı geldiğini fark edip duraksamalar yaşıyor. Arkadaşlık derken sırtını dönüyor Nick’e ve devam ediyor;

rahatımız..

Bunların ne derece gerçek olduğundan şüpheli bir hali olduğunu izliyoruz ama sonunda güvendiği bir şey aklına geliyor ve biraz daha sesini yükselterek;

ben iyi bir anneyim…

Bu noktadan, izlediğimiz kadarıyla bizim de zerre şüphemiz yokken son olarak sanki “nasıl atladım bunu” dercesine, biraz geri çekilerek son özelliği(ni) söylüyor;

SANA AİTİM, işte bulduğum beş nokta, bunlar benim beş özelliğim…

Sesi gittikçe kısılarak tekrar etmeyi sürdürdüğü son cümlesiyle Mabel, Nick’le birlikte olmayı ona verilmiş bir seçenek olarak değil zaten hep onun olan bir şeymiş gibi hissediyor. Birine ait olmak… bunların etkisi Mabel’da o kadar derin ki durmadan bunları tekrarlamaktan kendini alamıyor ve biraz başı döner gibi oluyor. Düşmeye yakın eşini sarıp sarmalıyor Nick, derin nefes alması gerektiğini hatırlatıyor. Filmin belki de en beklenen sahnelerinden biri olarak Nick içindeki sevgiden biraz paylaşmaya razı olup “hata yaptıysam özür dilerim” diye serzenişte buluyor. Yaptıklarının, eşinin geldiği hale gerçekten üzülmüş gibi gözüküyor. Fakat, olayların bu noktaya birkaç kez geldiğinin bilincine iyice varırken Nick’in kendince en samimi halinden bile memnun olamıyorum.

Nick’in davranışından güç bulan Mabel bu sefer kendisine düşman bellediği doktora karşı taarruza geçiyor ve yardım elini çevresindeki kimseden göremeyince mucizelere başvurmanın zamanı olduğuna karar verip dua etmeye başlıyor. Göklerden gelecek kurtarıcının eline çok ciddi bir şekilde sesleniyor çünkü durum çok acil ve ciddiyetini de gittikçe de artırmakta. Belki filmdeki tek okumuş karakter olan doktor, yine Mabel’ı dinlemek istediğini belirten tek kişi -ileride, odadan çıkmak üzere Mabel’ın ayaklandığını gördüğünde de nezaketten ötürü ayağa kalkan tek kişi- olmasına rağmen hiç hak etmediği bir muameleye maruz kalıyor.

Foucault’nun delilik olarak tanımladığı durumun, eğitimli Avrupalılar ve Amerikalılar tarafından 18. yüzyılın sonlarına kadar doğaüstü kaynaklara dayandırılmakta olduğunu ve bu bağlamda “deli” insanları toplumdan uzaklaştırmaya yönelik bir eğilimi olduğunu söylemek gerek. Çünkü onların Tanrı tarafından lanetlenen ve katıksız budalalar olarak algılandığı biliniyor. Bu inanç ruhani bir güce veya erginliğe sahip oldukları, dolayısı ile ilahi olanı etrafındaki diğer herkesten daha iyi ifade etme kapasiteleri olduğu fikrini de sık sık beraberinde getiriyordu haliyle. Ve deli/dua ile okumuş/aydın kimsenin bu birbirine düşman ama muhtaç sahnesi, oyunculuk olarak da seyir zevki yüksek bir kesit sunuyor.

Ayrıca gündelik hayatımızda olay örgüsünün bu şekilde işliyor olması filmin gerçekçiliğini katlayıp beni kendine daha da çekiyor. Somutlar tükenince soyut umutlara yönelmemiz… Doktorun gelişiyle başlayan bu sahnelerde Gena’nın kimi örnek alarak çalıştığını gerçekten merak etmiştim. Çünkü her mimik, üzerine titizlikle düşünülmüş her jest; dişlerini sıkarak konuşmaya başlaması, sağa sola yumruk savururken kimseyle göze göze gelmek istememesi… Tiyatro olsaydı tadından yenmeyecek bu büyüklüğün, yine tiyatro olsaydı izleme fırsatı bulamayacağım gerçeğinin de farkına varmıştım burada.

 

 

Geliyoruz son bölümüme; Mabel’ın, çocuklarını zorla sahile götürüp eğlenmeleri gerektiğine saplanıp kalmış ve dönüş yolunda bir kasa birayı çocuklarına içirmiş aklı melaikeleri yerinde Nick’in müdahalesiyle, yatırıldığı hastaneden dönüşüne…

Filme, bir grup adamı göl gibi bir yerde ne yaptıklarını anlamaya çalışarak başlıyorsunuz. Hepsi günlük kıyafetleri ile suyun içinde olunca biri göle düştü de onu mu arıyorlar diyorsunuz, ama hiç acele etmemeleri serinlemek için mi girmişler diye düşünmenize sebep olabiliyor. Sorularımın cevabını film bittikten sonra, bu sahnenin Mabel’ın bir ön gösterimi olup olamayacağı şeklinde yanıtladım. Mabel kadın-anne-eş rollerine göre davranan ama hep bir terslik olmasını beklediğiniz birisi. Filmin bu bölümünde de Nick, sanki Mabel’ı yatıran o değilmiş gibi bir coşkuyla eşinin dönüşünü kutlamak üzere eve kim var kim yok davet ediyor. Hatta insanlar Mabel’ın nerede olduğunu soruyor, Mabel’ı tanımadığını söyleyenler ve içecek bir şeyin olmamasından yakınanlara denk geliyorsunuz. Bu kadar kalabalığın kötü bir fikir olduğunun söylenmesi üzerine yakın akrabalar dışındaki herkes evden çıkartılırken, kalabalıktan “hadi bir şeyler içmeye gidelim” nidalarını duyuyorsunuz. Filmin baştan sona yanlış anlaşılmalar üzerine olmasının da ötesinde, herkesin yanlış davranışlarda bulunması, herkesin yanlış ortamlarda kalmak zorunda olmasına ve herkesin bu yanlışlar çemberinde dönüp durmasına doğru geniş çapta bir çıkarım yapmak mümkün olmaktan öte, kesin oluyor (üzgünüm Umberto Eco).

Mabel ağlamamak için, kırılıp yere düşmemek için zor durduğu belli olur halde eve giriyor. Söylenen her söze, kendisine ait olmayan bir gülümseme ile karşılık veriyor. İlk cümlesi Nick’ten çocukları görmek için izin istemesi oluyor. Ruhu çekilmiş ve geri dönmüş bu anne, sizi bırakıp gittiğim için üzgünüm, der gibi çocuklarına kavuşuyor ve gözlerinden yaşlar boşalmaya başladığı vakit “tamam bu kadar yeter” diyor, “heyecan yok, sakin kalmak zorundayım“… Mabel’ı yazmaya karar verdiğim andan beri onu içten sıfatıyla nitelendirmeme rağmen bu sahnede; çocukları ellerine sarılıp “bizi özledin mi?” diye sorduklarında kendisiyle savaş halinde cevaplar veriyor, hareketlerine, duygularına ket vurmak zorunda olduğunu hissettiriyor, artık içinden geldiği gibi davranmayacağının, içten olamayacağının sinyalini veriyor bize. Yutkunmakta bile zorlanarak odadan dışarıya atıyor kendini ve yine bomboş haline geri dönüyor.

Yemeğe kalmaları için ısrarda bulunan Nick’e Mabel’ın babası, yine spagetti varsa asla kalmayacağını söylüyor. Filmin başındaki yemek sahnesinde de spagettiden başka bir yemeğin bulunmayışı ailenin ekonomik durumunun göstergesi olmasının dışında ne kadar monoton bir yapıları olduğunu da gösteriyor gibi. O kadar monotonlar ki gördükleri her ateşi harlama ihtiyacı hissedip sonunda hastanelik oluyorlar.

Mabel, babası ve eşi arasındaki tartışmanın hafiflemesi için babasının yanı başına oturup onu öpüp, sarılıyor, ondan güç almaya çalışıyor. Fakat babasının “gidip biraz da annenin yanına otur” tepkisinden sonra, sanki az önce ona sarıldığına pişman olmuş gibi ellerini üzerine sürüp ayaklanıyor. Sofraya geçtiklerinde bütün çabalarına rağmen bir sohbet devam ettiremeyeceğini anlayınca Mabel yine baba sıcaklığında arıyor yardımı ve “will you stand up for me” diyor. Fakat babası bu isteği hiçbir şekilde mantık süzgecinden geçirmeden ayağa kalkıyor ve boş boş bakıyor. Mabel’ı gerçekten kimsenin anlamak için çabalamadığının bir örneği olan bu sahneden sonra Mabel yalnız kalmak istediğini haykırıyor ve odadan dışarıya çıkıyor.

Parti verdikleri zamanki gibi kuğu gölünün melodisini diline dolayıp, kendince o an oradan uzaklaşmaya çalışıyor. Kendi dünyasında çözümü bulamayacağını biliyor ve başka yerde olmayı seçiyor. Cevabı kendinde bulamayacağını biliyor çünkü Mabel, kendisi olmaktan öte, ona söylenenleri yaşamaya kendini adamış biri, içinden geldiği gibi davrandığında eşi tarafından “deli” damgası yiyor, susup oturduğunda “kendine gel” diye ikazlar alıyor. Ne denirse onu yapmasın karşın kimseyi mutlu edemeyecekse ne yapması gerektiğini bilemiyor. Bu boşlukta, çekilen her yöne savruluyor.

 

 

Filmin başından beri yer yer Mabel’a filmin isminden ötürü çeşitli hastalık yakıştırmalarında bulmuştum; şizofren, histeri, depresyon, bipolar, geçici global amnezi vesaire… Herkes evi boşalttıktan sonra evin içindeki arbede de bileğini kesmeyi başardıktan sonra yarasına bakıp “demek bunu yapmış” bakışı atması, psişik bir etkinin varlığından şüphelendirdi hatta beni (Foucault’nun da etkisiyle). Bu hareketinin üzerine tekrar eşinden bir tokat yemesiyle kendisini yerde buluyor. Çocuklarını odalarına götürmeye kararlı Nick’e direnen çocuklar, filmin başından beri annelerini ne kadar sevdiklerini, özlediklerini söyledikten sonra ilk defa fizikî anlamda bir savunmaya başvuruyor ve başarılı da oluyorlar. Onların bu çabasına kayıtsız kalamayan Mabel yattığı yerden kalkıp “herkesi üzdüğüm için üzgünüm sadece biraz yorgunum” açıklamasında bulunuyor.

Anne olmanın getirdiği sorumluluklarından güç bulan bu kadın gerçekten içimi eziyor çünkü ne olursa olsun çocukları için savaşmaya ve dayanmaya devam ediyor. Her şeyi bir gülümsemesi ile yerine oturuyor ve gerçekten her şey hiç yaşanmamış gibi, o etki her ne idiyse artık var olmadan günlerine devam etmeye başlıyorlar. Evi topluyorlar, birbirlerine gülümsüyorlar. Ne olursa olsun yine birlikte olacaklarının güvencesini verir gibiler. Ve o sırada devreye giren müzik nedensizce bir oyunun sonuna gelmişim hissi vermişti bana, biraz da Gölge Oyunu(1992) filmini hatırlamıştı. Işıklarını kapatıp yataklarına açıyorlar yavaş yavaş ve o esnada telefon çalıyor. İşte o zaman hala hiç özel hayatları kalmamış Longhetti’lerin gerçekliğinde olduğunuzu hatırlıyorsunuz.

Tilbe Şevval Yıldırım

yazıyoruz, çiziyoruz
hep aynı

Yorum Yap

Your email address will not be published.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR