Gece
Gündüz

L’avenir – Başkasının Hayatını Yaşamak Mümkün Mü?

2 June 2023
13 dk'lık okuma

Yakın çevrem bir süredir podcast programı yapma isteğimden haberdar. Bu içerikle sanırım daha geniş bir çevrenin haberi olacak artık…

Bu yazım, diğer yazımlarımdan biraz farklı bir formatta ilerliyor. Bunun sebeplerinden birisi, içeriği “acaba?” diyerek geliştirmiş olmam. Bu soruya yanıt olarak o kadar çok fikir geçmişti ki aklımdan, “en iyisi bir podcast açayım, bunu tartışma formatında sunayım” demiştim. Nitekim henüz bu projem gerçekleşmedi ancak yazımı da tamamlamam ve “gerçekten podcast açmak istiyor muyum yoksa sırf yazmaya üşendiğim için mi bu şekilde düşünüyorum”un cevabını bulmam gerekiyordu. Onun için ben de düşünce akışı defterlerimden alıntı yapıyormuşum gibi bu içeriği hazırladım. Tanımlardan çok mahiyete önem veren yapım dolayısıyla aşırı yorum riskini de göze alarak, biraz define avına benzemiş bu yazıyı sonunda tamamladığım için mutluyum.

Çehov’un “sahnedeki tüfek” örneğince, bir oyunda -filmde- izleyiciye gösterilen obje veya kişi genellikle olay anlatısının içinde bir yere bağlanır, izleyici de bu bağın olmasını, oyunun -filmin- çözülmesini umar. Bu çerçevede, bu yazıda L’avenir/Gelecek Günler (2016) filmini yorumluyor ve bağın çözülmesini amaçlıyorum ben de.

Film oldukça kısa bir giriş sahnesinin ardından ana konuya odaklandığı bölüme, yıllar sonrasına geçiş yapar. Bu zaman diliminden de bir sene sonrasına giderek, burada geçirilen kısa süre içinde final yapar. Bu ayrı zaman dilimleri filmin ismiyle uyumlu hale gelir. Başrolde bir felsefe öğretmeni olan Nathalie (Isabelle Huppert) vardır ve film, onun ailesiyle olan bağlarını işler. Bu bağlar işlenirken, benim de ileride bahsedeceğim gerekçelerle, Nathalie’nin zamanla gerçekleşen özgürleşme halinin anlatıldığına dair yorumlar yapılıyor. Ancak ben, filmi iki kere izledikten sonra da, Çehov örneğinden hareketle başka şekillerde okumanın mümkün olduğuna inanıyorum.

Filmin giriş sahnesinde Nathalie’yi sınav kağıtlarını okurken görürüz. “İnsanın kendisini başkasının yerine koyması mümkün mü?” sorusu yazılıdır. İşte ben de bu sahneden sonra izlediğimiz her şeyin Nathalie’nin ‘gelecek fantezisi’nden başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Bu sahneden sonra filmin konusunun derinleştiği ve nispeten ileri bir tarihe konumlandırılan olaylar, kişiler vd., hepsi Nathalie’nin, başka bir hayatın yaşanabilirliğini sorguladığı bir kurgudan, düşten ibaret benim için.

Soru sahnesinin akabinde, olayların geliştiği bu gelecek anlatısında, 2016 yılında Fransa’da gündeme gelen yeni iş yasasına karşı protesto eylemlerinde bulunan öğrencileri görürüz. Reformun onaylanması halinde yaşanabilecek olaylara karşı harekete geçen öğrencilere karşın Nathalie, bu konuyla ilgili konuşmak istemediğini birkaç kez dile getirir. Ancak bu sahneden hemen önce kendisini metroda Radikal Kaybedenler (Le Perdant Radical)’i okurken görürüz. Geçmişte politika ve siyasetle ilgilenmiş birisi olduğunu öğrendiğimiz Nathalie, şimdi bu alandan uzak durmak istemekte, çünkü ne olursa olsun dünyanın değişmediğini düşünmektedir. Bu düşünce şekli aslında Nathalie’nin filmin başında sorduğu soruya verdiği yanıttır. Nathalie için değişimin ve gelişmenin koşullarından birisi dış dünyanın, yakın çevrenin değişmesidir. O da ‘değişim/gelecek fantezisi’ni bu doğrultuda kurgular; çevresindekileri değiştirir…

Eşinden ayrılır, annesini kaybeder, her yaz gittiği yazlıktan vazgeçer, çocuklarından birisi doğum yapar. Bunlara müteakip gençlerin ve gece hayatının yoğun olduğu bir bölgede film izlemeye gider. İzlediği film de Abbas Kiarostami’nin Aslı Gibidir/Copie Conforme(2010) filmidir. Ki bu, ‘Nathalie’nin fantezi’ni izlediğimize yönelik yorumumu güçlendirir.[1]

Filmdeki diğer bir önemli karakter ise Nathalie’nin eski öğrencisi Fabien (Roman Kolinka)’dir. Fabien, aktif olarak siyasetle ilgilenen, felsefi çeviriler yapan ve arkadaşlarıyla şehirden uzakta yaşan birisidir. Yaşadığı dağ evine Nathalie’yi de davet eder. Çevre değişiminin diğer bir örneğini teşkil eden bu gelişmenin yanı sıra bu dağ evindeki sohbetler, atmosfer benim favorilerimden.

 

Bu dağ evinden bir süre kaldıktan sonra Fabien ile Nathalie arasında fikirsel uyumsuzluklar baş gösterir. Bir aktivist ve politikayla içli dışlı bir karakter olarak karşımıza çıkan Fabien, Nathalie’nin gençliğini yansıtır bir anlamda. Nathalie’ye göre, kendisinin gençken düştüğü hatalara şimdi Fabien düşmektedir; okuduğu kitaplara şimdi Fabien el atmaktadır. Fabien, düşüncelerle davranışların her zaman uyumlu olması gerektiğini savunur ve Nathalie’ye “Hayatını değiştirmeye zorlayan fikirleri düşünmekten kaçıyorsun” eleştirisini getirir. Nathalie’nin kendisiyle ilgili her değişimin yine kendisinin konfor alanı içinde geliştiğini söyler. İşte burada, filmin başındaki sorunun bir başka ve bence daha geçerli yanıtı verilmiş olur: Bir başkasının hayatına maddeyle sahip olamazsınız ki o maddeden yoksun olunca -çevreyi değiştirince- başka birisi gibi olasınız. Ancak onun gibi düşünmeyi öğrebilirsen bir başkası gibi olabilirsin. Peki Nathalie bunu başarabilmiş midir? Başka şekilde düşünmeyi başarabilecek midir?

Nathalie’yi ‘gelecek fantezisi’nde; güncel siyasi hareketlerle ilgili konuşmaktan kaçınırken, yıllar önce çıkarmış olduğu kitabın yenilenmiş tasarımıyla ‘yeniden’ yayımlamak isterken, eve yeni gelmiş çiçeği atarken, Fabien ile fikirsel olarak uyuşamadığını görünce o ortamdan uzaklaşırken izleriz; yeni olan ve yerleşik olan arasında mücadele içindedir. Bunun en iyi örneklerinden birisini, annesi vefat ettikten sonra bakmak zorunda olduğu kediyle ilişkisinde gözlemleriz. Bu mücadele içinde tabi ki dış dünyasının değişmesi Nathalie’nin özgürleşme imkânına olanak tanır. Ancak değişim bununla sınırla değildir; Nathalie’nin düşüncelerindeki kısırlıktan kendisini kurtaramadığı ölçüde başka birisi olması da mümkün değildir. Herbert Mead düşünmenin, organizmanın dürtüleri engellendiğinde ve organizma çevresiyle uyumsuzluk içinde olduğu durumdalarda oluşacağını savunur. Bu haliyle Nathalie yeni olandan kaçarak aslında hiçbir zaman kendisi dışında düşünmeyi denemek için kendisini teşvik etmeyecek, bu anlamda da özgür de olamayacaktır.

 

Bize düşüncelerimizi değiştirmeden asla bir başkası olamayacağımızı söyleyen film doğrultusunda ben de bu durumun, düşünce gelişim ve değişiminin neye bağlı gelişebileceğini sorgulamak istiyorum. Farklı bakış açılarına sahip olmak, geniş bir hayal gücünü beraberinde getirir ya da hayal gücü buna vesile olur. Bize yeni olan çoğu şey bizi değiştirir; düşüncelerimiz değişiyorsa gelişiyoruzdur ve artık aynı insan değilizdir. Peki olaylar ve düşünceler arasında bir hiyerarşi ve öncelik sırası var mıdır? Hayatımızı eğilimlerimize göre mi yaşamaktayız yoksa eğilimlerimiz mi sosyal çevre ve psikolojik durumlarımızı şekillendirir? Bunun cevabını vermek çok zor. Çünkü bana ait olduğunu düşündüğüm bir fikrin, nereye kadar bana ait olduğunu sorgulamam gerekir. Düşüncenin, geçmiş etkileşimlerden türeyen fikirlerle gerçekleştiğini savunan Randal Collins’i baz alırsak;[2] Nathalie, gençliğindeki kimliğinden ötürü gelecekte kendisinden çok farklı bir duruş sergileyemeyeceğini söyleyebiliriz. Yaptığı ancak sergiliyor’muş’ gibi yapmaktır ve Fabien bunun da olmadığını söyler bize.

Collins şöyle devam eder: “Bir kişinin ne düşüneceğinin, etkileşim ritüelindeki son deneyimin yoğunluğu ve gelecek için en doğrudan umduğu etkileşimler tarafından belirlenir”.[3] Kişinin mevcut sosyal çevresinin dinamiklerinin düşünmeyi şekillendirdiğini belirten Collins, düşünmenin, kişinin kendi zihninde gerçekleştirdiği hayali bir üyelik oyunu olduğunu savunur. Nitekim Collins, bu çerçevede evrimsel bir açıklamaya ve “uyumlu olma” ihtiyacımıza vurgu yapar. Bir anlamda “şu an” dediğimiz şeyin içinde yalnızca var olduğumuzu, “şu an”ı yaşamadığımızı söyler. Fikrilerimiz, geçmişin alışkanlıklarıyla gelişir ve bizi gelecek mücadelelere hazırlanır. Alışkanlıklar ve gelecek de toplum dinamiklerinden nasibini alırlar. Bu haliyle sosyal bir varlık olan insanın da tek başına değil topluma göre fikirlerini şekillendirmesini normal karşılarız. Ayrıca filmin Hobbes, Adorno ve Rousseau göndermelerini hatırlarsak, toplum dinamikleri daha anlamlı hale gelecektir. Bireyselleşirken daha fazla topluma bağlı hale geliyor oluşumuz, “uyum sağlama” motivasyonumuz her biri kimlik inşası süreçlerine de bağlanır tabii ki. Bu ise düşüncelerimize karşı bilinçli ya da değil gerçekleştirdiğimiz mücadelelerimizden beslenir.

Toplumsallaşma pratiklerinin gözlem, deneyim kanalından ilerlersek yolumuzu Kant’a çıkarabiliriz diye düşünüyorum. Nitekim az önce sorduğum, olaylar ve düşünceler arasında bir öncelik sırasının varlığından bahsedebilir miyiz sorusuna belki yanıt bulabiliriz böylelikle.

Yeni Çağ filozoflarından olan Locke, Berkeley, Hume, Kant bilgi felsefesine yenilikçi yorumlar getirmiş önemli isimlerdir. Kantçı anlamda bilme modeline zemin teşkil eden, bilgi üzerine araştırma yapmayı başlı başına bir felsefe dalı olarak geliştiren isimlerin başında gelen John Locke olsa da, ben kendisinin felsefesini biraz keskin bulduğum için Kant’ı merkeze almayı daha doğru buluyorum.

 

“Neyi bilebilirim?” sorusuna yanıt aradığı Saf Aklın Eleştirisi/Kritik der reinen Vernunft’yle yargıda bulunmamızı nelerin etkilediğini araştıran Kant, akılcılığı ve deneyciliği birleştirme çabasında olan bir filozoftur. Ona göre, bütün bilgimiz deneyimle başlar ancak deneyimden ibaret değildir. Bilme yetileri, insanda saf halde bulunan duyarlık, anlama, imgelem ve aklın eş zamanlı çalışması sonucu oluşur ve ancak deneyimden içerik geldiğinde iş görür hale görürler. Deneyim ise, tek başına ele alınacak olursa ancak bilginin içeriğini verebilir. İçeriğin bilgi olabilmesi için ona biçim verecek bilme yetilerine ihtiyacımız vardır. Bu doğrultuda Kant’ın diyalektik, kendini doğuran bir sistemi vardır diyebiliriz.

Duyarlık, anlama, imgelem ve aklın eş zamanlı çalışmanın sonucunda meydana gelen bilme yetileri de kendi içinde “duyusal” ve “düşüncel” olarak ikiye ayrılır. Anlama yetisi ve akıl “düşünsel alan”a aitken duyarlık “duyusal alan”dadır. İmgelem yetisi ise bu iki alan arasındaki bağı sağlayan aracıdır. Yani imgelem duyusal ve düşüncel arasındaki köprüdür ve çok önemlidir. Nitekim Nathalie filmin sonlarına doğru “imgelem gücü yüksek insanlara göre hayali haz, gerçek haz yerine tercih edilebilir. Bu değiştirilebilir arı bir rahatlıktır” der. Ve bunu Yeni Çağ’ın ilk filozofu olarak kabul edilen Descartes’ın portresinin önünden geçerken söyler.

 

Duyarlık, nesneler ile etkilenme yolunun bir sonucu olarak tasarımlar elde ettiğimiz yetiye denir ve bu tasarımlara görü denir. İnsanın bilgisi bu görülerle başlar; görülerden kavramlara, oradan idealara gidilir. Dolayısıyla bilgi edinmedeki ilk aşama görüdür, yani deneyimdir. Deneyim gerçek dünyaya aittir, yani uzay ve zamana bağlıdır.

Görüleri etkileyen uzay ve zaman, görünen çeşitliliği şekillendirir. Filmin farklı zaman dilimlerinden anlatılar sunması ve çevre değişiminin değişimin koşulu olarak bellemesi bundan ileri geliyor olabilir. Bu çerçevede duyusal olmaktan başka çaresi olmayan görüler, henüz ham haldeyken anlama yetisiyle birlikte biçimlenirler ve bilgi değeri taşımaya başlar. Anlama yetisi, kendisinde taşıdığı “mantıksal işlevler” ve “kategoriler” aracılığıyla bu biçimlendirmeyi sağlar. Bu “mantıksal işlevler” görüsel çeşitliliği belli bakımlardan sınırlandırır. Çünkü insan aklını aşan uzay ve zamandan da söz edilebilmektedir. Nitekim Nathalie’nin öğrenicilerini yeşilliklere götürüp orada ders yaptığı ve aşırı derece imrendiğim sahnede sorduğu soruyu hatırlayalım: “Gerçek tartışılabilir mi? Gerçekliğin resmileştiğini söyleyebilir miyiz?”. Gerçekliği kanıtlanabileceği alanlar ile inanç, fikir, kanı arasında ayrım yapılması gerektiğini belirtirken aslında imgelem gücünden bahseder Nathalie. İmgelem gücü, anlama gücüyle bir sentez içine girerek neyi bilebileceğime yönelik sınırlamalar getirir. İlk sınırlama ise zamansal bir sınırlamadır. Zamansal olarak beni aşan bir durum hakkında imgelem gücümün sınırları çerçevesinde düşünebilirim ancak bunların hepsi gerçektir diyemem. Zamansal sınırlamalardan sonra tasarımlar belirli kavramlar altında toplanır ve tekrar sentezlenir; inanç, kanı, fikir ile ayrımları yapılır. Bu işlemi çıkarım ve kıyas özellikleriyle gerçekleştiren yeti akıldır. Bu özellikleriyle bilme etkinliğime sınırı koyan da akıldır. Çünkü akıl, malzemesi deneye dayanan bilgiyle ilgili çıkarımı yapar. Bu durumda da malzemesi deneye dayanmadan yapılan her çıkarım gerçek olmaktan uzaklatır.

 

O halde Nathalie, her ne kadar dış dünyasını değiştirmekle işe başlıyor olsa da, bu değişimi deneyimleyemediği için başka birisi olamayacaktır. Fiziki çevreye müdahalesi başarısız olunca kişisel olarak kendisini değiştirmeyi deneyecektir ancak bunda da başarısız olacaktır. Çünkü bu durumda da bireysel olarak kendisini tehdit etmektedir. Kendi benliğini koruma altına alarak dış kuvvetlere karşı savaş içinde olması Nathalie’yi uzun yıllar tatmin içinde yaşatabilecek bir seçenektir; ancak değişimi getirmeyecektir.

Dış kuvvetlere karşı kendini koruma hadisesi psikolojide pek çok okuması yapılan bir durum olmasının yanında bana, Spinoza’nın “conatus” ismini verdiği varoluş ilkesini hatırlatıyor. “Conatus” ilkesi, Spinoza’ya göre doğadaki her şeyin içinde bulunan bir eyleme gücüdür. Filozofa göre doğada deterministik ilke hakimdir ve her şey kendi dışındakilerle etkileşim halindedir. Aksi halde var olmak, özü itibariyle yok olmayı bünyesinde barındırmadığı için birbiriyle mücadele içinde olmamaları durumunda her şey, sonsuza kadar varlığını sürdürebilir hale gelir. Bu etkileşim halindeki her şey birbirilerini etkilerken kendilerini de korumak için mücadele eder. Her şeyin elinden geldiğinde varlığını sürdürme çabasında olduğunu belirten Spinoza bu çabaya “conatus” ismini verir ve insanın da var oluşunun dış etkilere karşı verdiği mücadelede kendisini korumasıyla devam edeceğini belirtir. Nathalie de dış dünyasına karşı mücadele içine girmeyi kabul etmesine karşın kendisinden başka birisi gibi düşünmeyi denemekten uzak durmuş, benliğini tehlikeye atmak istememiş ve güvenli yolu seçmiştir. Bu durumda dış dünyanı değiştirmeyi güvenli bir yol olarak kabul edip uygulamaya koymuş olsa da düşüncelerini, kimliğini, benliğini çeşitlendirmediği müddetçe kendisini başkasının yerine koyması mümkün olmayacaktır.

Filme bu yorumu getirdikten sonra söyleyebileceğim sonsöz ise, bu düşünce yapısına sahip bir kimsenin felsefe eğitmeni olmasının ne kadar doğru olduğudur… Ama film, entelektüel bir şölen olduğu için kesinlikle izlenir, sizler de mutlaka izleyin derim. Ayrıca filmin, Fransız Aydınlanması tarihinin bir örneğini sunuyor olabileceğini de düşünüyorum. Podcast projem hayata geçerse bir de bu noktadan okuruz filmi…

[1] Kiarostami’nin söz konusu filminde, gerçek-hayal birbiri içine karışmıştır. Sınırların nerede başlayıp nerede bittiğini fark edemezsiniz. Bir anlamda evlilik stereotiplerine yapılmış bir eleştiri olarak da okunabilecek film müze, restoran, kilise sahneleriyle günlük(gerçek/toplumsal) ve manevi(hayal/bireysel) yaşama dair kesitler sunarken, “film içinde film” formatında ilerler.

[2] Randal Collins, Dünya Felsefe Tarihinin Oluşumu, 2020, s. 74

[3] A.g.e., s. 74

*Kant’ın kuramıyla ilgili metin içerisinde de ismi geçen “Saf Aklın Eleştirisi” kitabı incelenebilir. Bunun dışında H. B. Gözkan’ın “Kant’ın Şemsiyesi” kitabı yine yararlı olacaktır.

 

 

Tilbe Şevval Yıldırım

yazıyoruz, çiziyoruz
hep aynı

Yorum Yap

Your email address will not be published.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR