-Aç mısınız?
-Hayır. Evliyim ben.
-Ben esmer olduğum için acıktım.
-Yanlış anladınız, başka bir söze başlamıştım ben.
-Nasıl acıkmam ki sabahtan beri hiçbir şey yemedim.
Absürt Tiyatro yazarı Melih Cevdet Anday’ın bir oyunu var “Mikadonun Çöpleri” diye. Bu diyalog oradan.
Ne saçmaymış diye düşünebilirsiniz. Halbuki saçmanın da bir derdi var. Mesela buradaki derdi de iletişimsizliği göstermek.
İki insan gösteriyor bize. Birbirini asla dinlemeyen ve iki kişi de olsalar aslında tek başına konuşan iki insanı. Aynı şu siyaset programlarındaki adamlar gibi. Peki buradan konuya girelim o zaman.
Absürt nedir, hangi şartlar altında ortaya çıkmıştır ve hangi soruları sorup hangi cevaplara ulaşmıştır?
1900’lerin başında İspanyol Gribi dedikleri salgın çıkıyor ortaya ve kısacık bir süre içinde 50 milyon insan ölüyor.
Sonra yetmiyor bu dünyaya ve İkinci Dünya Savaşı başlıyor. Katliamlarla, atom bombalarıyla ya da ekonomik krizle 60 milyon kişi daha ölünce ciddi bir bunalım ve boşluk duygusu çöküyor insanlara.
“Ne yapıyoruz lan biz?” ya da “Neden buradayız?” gibi soruları daha sık sormaya başlıyorlar. Sonra Albert Camus çıkıyor ortaya ve diyor ki:
“Hayat bir şey değildir itina ile yaşayınız”
Birbirinin zıttı niteliği taşıyan iki farklı cümle sanki.
İlk defa Kierkegaard’ın çıkarttığı “absürt” terimini Camus “Sisifos Söyleni” ile geliştirdi.
Bu kitapta Sisifos Tanrılar tarafından cezalandırılarak; büyük bir kayayı dik bir tepenin zirvesine çıkartmakla görevlendirilir. “Peki” der ve yola koyulur Sisifos. Ancak kayayı tam zirveye ulaştıracakken, her defasında elinden kaçırır onu ve sürekli yeniden başlamak zorunda kalır.
Ama “Olsun” der Sisifos cezasını bilinçli olarak kabullenir. Tekrar aşağıya yuvarlanacağız bildiği halde kayayı bütün gücüyle yukarıya doğru taşımaya devam eder.
Camus “saçma” yani “absürt” terimini işte tam bu noktada tanımlar. Boşuna olduğunu bildiği halde direnen insan.
“Boşuna”lığı açalım biraz: Uçsuz bucaksız bir evrende dünya denen bize kayıtsız bir kayanın üstünde yaşayan canlılarız. Bu kayada bir gün güneş tarafından yutulup yok olacak ve bize dair burada hiçbir şey kalmayacak.
Dolayısıyla, çok sevdiğim Ulus Baker’in de söylediği gibi:
“Yaşamak zorunda bırakıldığımız bu dünyada; mağduruz”
Bunları düşününce, insan tabi soruyor kendine: “O zaman neden..?” diye. Yani Tüm bu koşturma ne için?
Camus uzun yıllar bu soruda takılıp kaldıktan sonra bulduğu cevabı da paylaşıyor. Diyor ki:
“Tepelere Doğru tek başına didinmek bile, insanın yüreğini doldurmaya yeter. Dolayısıyla Sisifos’u mutlu olarak tasarlamak gerek. Çünkü Sisifos yazgısının üstündedir ve kayasından daha güçlüdür aslında. Çünkü kayasına yani varoluşunu, varoluş imgesini kendi ellerinde tutup, yola öyle devam ediyor Sisifos. Çünkü yaşamın anlamı; hayat anlamsız olsa ve yenilgi daima tekrarlansa bile kötülüğe ve zorbalığa karşı direnmek”
Camus ölümü tercih etmektense yaşamı olduğunca algılamayı daha kıymetli bulur. Sonu zaten belli olan ve yaşamda nelerle karşılaşacağımızı sırt çevirmenin korkaklık olduğundan söz eder.
Ve, doğrusu, bazen, yaşamak için intihar etmekten daha çok cesarete ihtiyaç duyduğumuzu söyler.
Dolayısıyla Camus “absürd”ü kabul etmiş, ama absürdün tam tersi bir şekilde yaşamayı önererek anlamsızlığı anlamlandırmıştır.
Ben kendimi örnek verecek olursam mesela, birçok şeyi anlamsız bulmama rağmen büyük bir ciddiyetle yaparım.
Çünkü büyük bir ciddiyetle yaşamanın hayatını anlamsızlığına karşı verilebilecek en doğru protesto şekli olduğunu düşünüyorum. “Boşuna”lık meselesi bu.
Peki burada başıboş muyuz?
Şahsen yaratıcıya inanıyor ona gönülden bir sevgi ve bazen de öfke duyuyorum ama kendimi salt inancın o yumuşak kollarına bırakıp, farklı bir mana aramaktan da kaçınmıyorum. Çünkü bence hayatın anlamı ya da anlamsızlığı tek bir şeyle ölçülü açıklanamaz.
“Absürt”ün kelime anlamı “Uyumsuz, usa mantığa uymayan, abes” şeklinde geçiyor.
Beckett’in yazdığı Godot’yu Beklerken mesela, ilk absürt oyunlardan biri. Oyunun tamamı boyunca iki kişi ‘Godot’ diye tamamen meçhul birini bekliyor. Ama öyle bir beklemek ki bu, oradan asla geçmeyeceğine emin olduğunuz bir otobüs hattını alakasız bir durakta beklediğinizi düşünün. Öyle bir bekleme…
Anlamı ne peki?
Bilmem. Sen ne anlam çıkartıyorsan o.
Çünkü “Absürt” mantığımızla değil, sevgilerimizle algılayabildiğimiz bir şey.
Kafka’nın Dönüşümü mesela, o da bir Absürt Edebiyat örneği. Bir sabah uyanıyorsun ve hamam böceğine dönüşmüşsün. Ama bunu dert edeceğine “Ulan işe nasıl gideceğim şimdi?” diye düşünüyorsun. Bundan daha saçma bir şey olabilir mi?
Olabilir….
Bazen bunun gerçekten yaşanması daha saçmadır. Şu an bazı insanlar var ki koronaya yakalandığında ölmeyi değil; bir süre işe gidemeyeceği ve para kazanamayacağını için aç kalacağını dert ediyor. Al sana “dönüşüm”.
Absürt Romanlarda, şiirlerde ya da oyunlarda abartı ve karikatür tiplemeler vardır. Amaç ne?
Çevrendeki uyumsuzluğu sahnedeki uyumsuzluk ile birleştirip muhatabını şaşırtmak. Bu yüzden olay örgüsüne, konuşmalara ya da görüntülere bolca usdışı eklemeler yapıyorlar.
Zaytung mesela bunun en iyi örneklerinden biri.
Absürt ve mizah arasındaki farksa; izah komik olanı gösterir, absürt trajikomik olanı gösterir.
Misal Onur Ünlü’nün işleri de absürttür, Ferhan Şensoy absürttür. Kalt absürttür. Hepsinin kendine has okur ve izleyici kitlesi vardır.
Bu arada bir film de önermek istiyorum size, 93 yapımı “Naked” diye bir film var. Varoluş üzerine şahane diyalogların olduğu “Absürt” bir film bu. Yalnız uyarayım eğlenceli değil karanlık ve boğucu bir havası var. Ama mutlaka izlemeniz öneririm.
Çehov demek ‘durum hikayesi’ demek. Yani büyük aksiyonlar yazmaz hikayelerinde. Ama öyle ince nüanslara yer verir ki absürdün tadını orada da alırsınız.
Mesela bir öyküsünde baş karakter tiyatrodayken hemen karşısında oturan generalin boynuna hapşırıyor. Sonra öyle mahcup oluyor ki generale bir sürü özür mektubu yazıyor. Yetmeyince, adama böyle sağda solda kıstırıp tekrar tekrar özür diliyor. Yani fazla kafaya takıyor bu durumu ve bir gün generalin artık makam odasına gidince, general bağırıyor buna “Yeter artık! Defol buradan!” sonra enteresan bir şekilde, adam evine dönüyor, kanepesine uzanıp ölüyor.
“Memurun Ölümü” oyunun ismi. Gerçekten enteresan bir hikayedir.
Bu yazımın sonuna çok yakışacağını düşündüğümden dolayı Barış Bıçakçı’dan bir şiir bırakmak istiyorum…
Sağlıcakla…
BİR KİTABIN SAYFALARI
Baktım rüzgârsın sen
baktım çamaşır ipini zorluyorsun
hepimizin derdi güzel yaşlanmak sevgilim
baktım bir kitabın sayfalarını çeviriyorsun
ayağına terlik giy
bildiğimiz şeylerin taşında
yalınayak geziyorsun.
biz satranç oyuncusuyuz sevgilim
üzerimizde kara bir leke
biz satranç oyuncusuyuz
inanmıyoruz ceketlere düğmelere
inanmıyoruz takvimleri savurarak
gelen geleceğe
işte yitirdik bütün taşlarımızı
darmadağınık oyun tahtası
bir tek şahımız duruyor sevgilim,
o da evli, iki çocuk babası.
kelimeler önümüze çıkıyor sevgilim
uykumuzu bölüyor
buradan çocukluğumuza kadar
buradan çocukluğumuza kadar bir telaş
içi boş kuşları kovalıyoruz
ve bir sebep arıyoruz
herkese küsmek için
hemen o cumartesi buluyoruz,
hemen o pazar
yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar
bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan
ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim,
biraz da kekik toplayalım
kıymetini bilmediğimiz şeyler var.
yaşamak bir at gibi huysuzlanıyor kapımızda sevgilim
geçen günlere üzüldük tamam yola düşelim
düşünelim: başka günlerin duvarı daha sağlam
düşünelim: başka günlerin sokağı daha neşeli
başka evlerin kadınları erkekleri tam bir kahraman
tül perdeler uçuşurken başka evlerin pencerelerinde
bizi bir kitabın sayfaları arasında kurutuyor zaman.
ama baktım sen rüzgârsın sevgilim
kitapları bir başından bir sonundan okuyorsun
başucumda bir bardak su
beni başucumda bir bardak su gibi avutuyorsun.