Önceki yazımda da bahsettiğim gibi insanlar acımasız doğa olayları, hava koşulları ve yırtıcılardan içgüdüleri doğrultusunda saklanmak ve korunmak istemiştir. Bunun için yapacakları en iyi şey ise bir barınma alanı bulmaktır.
Mağaralar ve ağaç kovukları hem kendilerini hem de eşyalarını korumak için insanlar adına en uygun yerlerdi. Fakat bu tarz konak-mekan bulamayan veya konak-mekanları kendi istekleri dışında kaybeden insanlar kendi mekanlarını yapmak istediler. Bunun için ilk başta buldukları çalı çırpı ve odun parçalarını kullanan insanlar kendilerine en uygun yerlerde yeni mekanlarını kurmuşlardı. Ağaç dallarını birbirine çatkılamakla başlayan bu serüven daha sonralarında bu mekanların üstünü yapraklarla kapatarak yağmur vb. doğal etkenlerden korumaya yöneldi. Doğal unsurlar hayvanlar vb. etkenler mekanların iradesini zorlarken üstünde egemenliğimizi kuracağımız gezegenin bir başka köşesinde insanlar buldukları
taşlar ile kendi mekanlarını oluşturmaya başladılar. Taş ve kaya parçalarını önceleri bir sırtlığa dayayarak mekanlarını oluşturan insanlar sonraları gezegenin bize sunmuş olduğu onlarca nimetten birisinin yardımını alarak konaklarının yapımında kullandıkları kaya ve taş parçalarını birbirine sabitlemenin ve onları ayakta tutmanın yolunu buldular.
Bu tarihte bir dayanağa ihtiyaç duymayan kendi başına bir amaca hizmet edebilen ilk yapıydı. Farkında olmasalar da yaptıkları bu eylem ile mimarlığın ilk adımını atmış oldular. Kendi başına hacmini ve yükünü taşıyabilen, ihtiyaçlara cevap veren, üzerine semantik anlamlar yüklenebilecek ve en önemlisi asırlar boyunca yaşayabilecek bir ruhun mekanı olma potansiyeline sahiplerdi . Biçim işlev ve anlam… Mimarlığın 3 ana prensibi böylece vücut kazanmıştı.
GELECEK BÖLÜM
103: ANTİK KENTLERİN DOĞUŞU