Vampirizm ideali, insanın önüne koyulan tüm engellerin anında kalkmasıdır, mitosun ve tüm dinlerin insanoğlunun önüne koyduğu tüm engellerin kalkmasıdır. İnsanların kanını emen, etrafa vahşiyat saçan bu yaratıklar dünyamızda Macaristan, Romanya coğrafyasında bolca görülse de neredeyse her kültürde vardır.
Vampirler karanlık güçlerle ilintilidir dolayısıyla kan ile de ilintilidirler. Kan, insanın maddiyatını temsil eder. Kan, ilahiliğin ve cinselliğin aksidir, tanrı katında yasaklı maddedir. Kurban törenlerinde kan akıtılır, kafatasları kan ile işaretlenirler. Kan, semavi dinlerde pislik ile de ilişkilendirilebilir, saflıktan çok uzaktır kan. Vampirizmde dinlerin tam zıttı bir okuma vardır.
Dinler, dini vecibelerinizi yerinizi getirirseniz sizi cennet ile müjdeler, size saflığı sunar fakat vampirizm bu ütopyanın tam aksidir. Ford Coppola’nın “Bram Stroker’s Dracula” filminde görüyoruz ki vampirimiz uyandığında, yarı ölü olduğunu, “undead” olduğunu görüyoruz. Romanya’dan İngiltere’ye gidene kadar güvertedeki herkesin kanını emiyor ve İngiltere’ye ayak bastığında sapasağlam bir adam olarak görüyoruz. Bu da demek oluyor ki ne kadar çok vahşiyata kapılırsan ne kadar çok kan emersen o kadar gençleşirsin bu da tam olarak dinlerin tersidir. Ne kadar çok kan emersen o kadar çok güzelleşirsin, o kadar çok güçlenirsin yani maddi anlamda ölümsüz olursun. Bu durum dinin ütopyasının tam aksidir.
Vampirizm düşüncesi aşırı derecede okülttür (Din ve bilimin dışında kalan doğaüstü inanışlar). Vampirizm aynı zamanda modernite ile de ilişkilidir. Vampirizmin modernite bağlamında bilim ile pek bir alakası olmasa da, bilim bize teknolojiyi getirdi ve teknoloji bize çağdaşlığı, modernizmi getirdi ve bu modernizm sayesinde işsiz kalan tanrı oldu. Nietzsche’nin deyimiyle tanrı öldüğü zaman sadece tanrı ölmedi insanoğlunun varlığından beri süregelen tüm dinamikler yıkılmasına rağmen insanoğlu kafasına sonsuz yaşamı koyduğu için vampir ideasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Vampir ideası Kont Dracula ile sürekli özdeşleştirilir, Anne Rice’ın Lestat’ına veya vampirlerle görüşme içerisinde olanlara baktığımız zaman aynı Vlad Tepeş gibi bilgili, kültürlüdür ve aynı şekilde canavardırlar. Modern vampir görüşümüzün diğer bir ürünüyse vampirlerin baştan çıkarıcı bir rol oynamalarıdır. Vampiri bir zombiden veya bir hortlaktan ayıran şey cinsel çekiciliğidir fakat vampirlerin ana yapıtaşı onların canavar oluşu veya erotikliği değildir onların yapıtaşı ölü olmalarında yatar. Yukarıda da değindiğim gibi bu insanın kafasında ölümle olan korkunun sebebidir, insan tanrıyı öldürmesine rağmen ölümsüz olmak ister. Vampirizm, ölüm hakkındaki tüm korkularımız ve kabuslarımızdan beslenir.
Bela Lugosi’nin Dracula’sında yer alan “Kan yaşamdır.” sözü aslında İncil’den bir alıntıdır. Vampirizm özünde olabildiğince sekülerleşmiş bir ölüm fikridir aslında. Tanrı öldüğü için, tanrıyla süregelen tüm dinamikler yıkılmıştı yani artık insanların ölümsüz olabileceği bir cennet veya cehennem yoktu. Bu da demek oluyor ki manevi olarak insanoğlu artık ölümsüz olamazdı o yüzden maddi olarak ölümsüz olma fikri edebiyata böyle yansıdı. Vampirizm aynı zamanda kültür tarihine yön verebilme gücüne sahip oluyor. Bram Stroker’ın Dracula kitabı aynı zamanda vampirlerin nasıl bir çevrede yaşadığı, ne gibi alışkanlıklara sahip olduğunu anlatır, habitatlarının neye benzediğini bizlere gösterir. Vampirizm, kollektif bir kurtuluş değildir, cennet fikri yoktur bu yüzden de ütopya değildir. Vampirizmin bu özelliği onu döngüsel yapmaktadır. Vampirlerin mezarlarından çıkmaları ve yoruldukları zaman toprağa uzanıp dinlenmeleri ve kalktıklarında da son derece dinamik olmaları, Yunan mitindeki kitonyenlere büyük bir göndermedir.
Dracula’nın ve diğer vampirlerin gündüzleri dışarı çıkamamasının, güneş yüzüne çıkamamasının en büyük nedeni babanın gücünü reddetmesidir. Burada baba, tanrıdır. Edebi olarak baktığımızda vampirler son derece romantik yaratıklardır, erotiklikleriyle öne çıkarlar, baştan çıkarıcıdırlar, dolayısıyla 21. yüzyılda popüler kültürün eline düşmüş durumdadır. Vampirler romantik oldukları kadar da anti-klasisttirler, Richard Pryor’un da dediği gibi “The reason people use a crucifix against vampires is because vampires are allergic to bullshit.” yani vampirlerin insanlara karşı haç kullanmalarının sebebi vampirlerin saçmalığa alerjik olmasından dolayıdır. Sinemanın gelişmesi vampirizmi evrime uğratmıştır. “Vampir” edebiyatta modernizmin ortaya çıkardığı bir figür olarak yaşarken, sinema sayesinde daha geniş kitlelere ulaşmasıyla bir “kahraman” haline gelmiştir.
İlk etap vampir filmlerinde Dracula tamamen bir korku figürüyken sinemanın gelişmesiyle tamamen farklı varyasyonlara sebep olmuştur. Tabii ki de vampirler sadece kitaplarda kalmadığı gibi sinemada da kalmamıştır televizyon dünyasını da ele geçirmiştir. Son dönem yapımlarında vampirler öncelerinin aksine insanlarla ortak alanları kullanmaya başlamışlar yeni yöntemler bularak gündüz güneş ışığına çıkmanın bir yolunu bulmuşlardır, bence bu durum vampir ideasının büyüsünü biraz da olsa bozmuştur. Kuşkusuz ki insan ırkını korumaya çalışan vampir avcıları da vardır. Bu insanlar korkusuzdur ve bu işe kendilerini adamışlardır. Karanlıklar Ülkesi filminde (Underworld, 2003) vampirler dünyada farklı bir ırk olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Vampirle Görüşme’de de (Interview with the Vampire, 1994) vampirlere sempatik bir bakış açısı buluyoruz. Tom Cruise’un canlandırdığı Lestat kötü bir vampirken Brad Pitt’in canlandırdığı Louie olabildiğince iyi bir vampirdir. Televizyon dizisi The Originals’ta ise Klaus karakteri acımasız dehşet saçan bir melezken (Kurt, vampir karışımı) kardeşi Elijah olabildiğince asil ve iyi bir vampirdir burada ise vampirlerin aile dramalarını ve ailelerine olan düşkünlüklerini görüyoruz. Bu anlamda Amerikan dünyası vampirizme yeni bir anlam kazandırdığını anlıyoruz.