Seksenlerin ihtişamlı atmosferine giriş yapmak büyük cesaret ister. Her yıl birbirinden muazzam işlere imza atılmış bu on yıllık süreç her müzikseverin özlediği de bir süreçtir. Yetmişlerde yapılmış işlerin temel alındığı birçok alttürün ilk örneklerini bu on yılda gördük de diyebiliriz. O zaman biz de seksenlere olan saygı duruşumuzu gerçekleştirelim, yıl yıl en iyi işleri sıralayalım. Elbette, birincilik tacını verdiğimiz albümün haricinde bahsetmeden geçemeyeceğimiz albümler çok fazla. Bu yüzden onlara da değinmeyi tercih ettik.
’80
Black Sabbath “Heaven & Hell”
Takip edenler:
Judas Priest “British Steel”
Iron Maiden “Iron Maiden”
Ozzy Osbourne “Blizzard of Ozz”
Seksenlerin başı Black Sabbath’ın ortalığı kasıp kavurduğu dönemin hemen sonrası demek. Sabbath müzik piyasasını avuç içine alıp arka arkaya inanılmaz albümler yaptıktan sonra müzik dünyasını o kadar etkiledi ki, o saatten sonra çıkan her albümde Sabbath esintilerini sezdik. Hala da seziyoruz, memnuniyetle.
Seksenlerin sonunda grup efsanevi vokali Ozzy Osbourne ile yollarını ayırdı ve bu, o zamanın sıkı hayranlarını oldukça korkutan bir olaydı. Bir türün temelini sağlamlaştıran ekibin büyük bir parçasının ondan ayrılıyor olması elbette korkutucu olacaktı. Fakat bu korku uzun sürmedi çünkü Sabbath, Osbourne yerine yine efsanevi bir ismi kadrosuna kattı. Ronnie James Dio. Dio’nun Rainbow ile imza attığı işler inanılmazdı ve Sabbath gibi onlar da bir çağın kilometre taşı olan işlere imza attılar. Yani, bu ayrılıkla dönemin en güçlü isimlerinden biri dönemin en iyi gruplarından birine katıldı ve ortaya uzun yıllar unutulmayacak mükemmel bir iş çıktı. Ozzy Osbourne da bu vesileyle solo kariyerine adım attı ve yine heavy metalin asla unutamayacağı bir albüm olan Blizzard of Ozz’a imza attı.
’81
Iron Maiden “Killers”
Takip edenler:
Ozzy Osbourne “Diary of a Madman”
Black Sabbath “Mob Rules”
Mötley Crüe “Too Fast For Love”
Venom “Welcome to Hell”
Iron Maiden, seksenlerin başında imza attığı çıkış albümlerinde öyle bir sound keşfetti ki düşündükçe hala tüylerim diken diken olur ve onları duyduğum ilk ana giderim. Efsanevi vokalleri Bruce Dickinson’a kavuşmadan önce Maiden’ın kataloğuna eklediği iki albüm de muazzam, tartışılmaz gerçek! Grup elemanlarının enstrümanlarına hakimiyetleri sadece o yıllarda çıkış yapan müzisyenlere örnek olmadı, bugün bizlere de hala ilham vermeye devam ediyor.
Paul Di’Anno, Bruce Dickinson kadar metal tarihine imzasını bırakmış bir vokal olmasa da Maiden’ın ilk iki kaydında yaptıklarıyla gruba çok şey kattığını kabul etmek gerek. Wrathchild, Murders In The Rue Morgue ve Killers gibi şarkılar hangi birimize musallat olmadı ki?
Bu yıl ayrıca Mötley Crüe ve Venom da ilk işlerini piyasaya sürdüler. Mötley Crüe çok farklı bir imajla ve sağlam müzisyenlikleri isimlerini daha çok duyuracaklarını garanti ederken, Venom da bambaşka bir alttürü oluşturdu ve fark etmeden çok daha farklı olaylara sebep oldular. Elbette bu bambaşka bir yazının konusu. (Tamam, Mayhem’den bahsediyorum.)
’82
Iron Maiden “The Number of the Beast”
Takip edenler:
Judas Priest “Screaming for Vengeance”
Motörhead “Iron Fist”
Venom “Black Metal”
Manowar “Battle Hymns”
Ve bu da, Iron Maiden’ın altın çağının başlangıcıydı. Di’Anno’nun ayrılışı grubu nasıl bir noktaya götürecek diye düşünmeye bile fırsat olmadan Dickinson’ı tanıdık. Enstrümanların bambaşka bir seviyeye çıkması ve Dickinson’ın DEVASA vokalleri bu albümün asla unutulmayacak bir iş olduğunu o zamandan haber vermişti bile. Run to the Hills gibi tematik ve dinamik bir parçaya, grubun imzalarından biri olacak olan The Number of the Beast’e ve tüm zamanların en iyi heavy metal parçalarından biri olan Hallowed Be Thy Name’e sahip olan bir albümden bahsediyoruz. Ben bile bu yaşta yaşlanma belirtileri hissederken bu albüm hala o kadar genç duruyor ki!
The Number of the Beast’i ne kadar övdüysem, Judas Priest’in unutulmaz albümü Screaming for Vengeance’ı da bir o kadar övebilirim. Hatta bu yıl beni özellikle çok yordu, bu iki albüm arasında bir seçim yapmak ne kadar zormuş onu fark ettim. Yetmişlerde piyasaya damgasını vuran Priest, Screaming for Vengeance ile bana göre metal tarihinin en unutulmaz albümlerinden birine imza atmıştır.
’83
Metallica “Kill ‘Em All”
Takip edenler:
Dio “Holy Diver”
Iron Maiden “Piece of Mind”
Slayer “Show No Mercy”
Mercyful Fate “Melissa”
İşte bu yıl, her şeyin bambaşka bir hal aldığı yıl. Venom, Welcome to Hell adlı albümleriyle piyasaya çok farklı bir tat sunmuştu. Zaten New Wave of British Heavy Metal esintileri genç grupların üzerinde köklerini salmışken bir de bu yeni tatla yepyeni bir alttür doğmuş oldu: Thrash metal. Thrash metal o zamana kadar yapılmış her şeyden daha sert, daha dinamik ve hızlıydı. Türün ilk ve en iyi örneklerinden birini de elbette bugün de dünya üzerindeki en başarılı gruplardan biri olan Metallica verdi. Kill ‘Em All, çiğ bir prodüksiyona sahip, hızlı ve sert bir albümdü ve bu bahsettiklerim çok ama çok etkileyici unsurlardı.
Metallica, kariyeri boyunca yeni şeyleri denemeye korkmayan bir grup olmuştur. Bana göre başarılarını kalıcı kılan en büyük özelliklerinden biri de budur. Çoğu kişinin aksine ben Metallica’nın değişimlerine asla kötü gözle bakamadım. Değişmek zorunda kalıp değişime direnen grupların da halini gördük elbette. Metallica yapmak istediğini yaptı, cesaretini toplayıp her adımında kendini geliştirdi. Öyle ki, piyasaya attığı ilk adım da cesaret dolu ve farklıydı.
Slayer da o yıl ilk albümünü piyasaya sürdü ve Metallica ile aynı tarzı çok daha farklı bir şekilde icra etti. Zaten bu kadarı thrash metalin çığ gibi ilerleyeceğini kanıtlar nitelikteydi.
Metallica’nın bu başarısı cesaretin ve adım atmanın gücünü de bizlere kanıtlıyor. Öyle ki, Black Sabbath’tan ayrılan Ronnie James Dio’nun yepyeni işi Holy Diver’dan bile bir adım üstte bir iş bana göre Kill ‘Em All, ki Holy Diver muhteşem ötesi bir albümdür.
’84
Metallica “Ride the Lightning”
Takip edenler:
Iron Maiden “Powerslave”
Judas Priest “Defenders of the Faith”
Dio “The Last in Line”
Anthrax “Fistful of Metal”
Bir taneyle kalacağını düşünmemiştiniz, değil mi? Metallica’nın bu yılın en iyi işine imza attığını söylüyor olmam, ölümüne bir hayranları olmamdan kaynaklanmıyor. Tamamen kendileri sayesinde. Ride the Lightning, tam anlamıyla bir mucize. Çünkü, Kill ‘Em All gibi bir albümden sonra bir sonraki adımın nasıl olacağına dair merak had safhadaydı. Bu denli güçlü bir albümün üzerine nasıl bir şey yapabilirlerdi? Ride the Lightning’i yaptılar işte. Kill ‘Em All ne ise, Ride the Lightning bir üstüydü. Kill ‘Em All hızlıydı, Ride the Lightning daha da hızlı… Kill ‘Em All komplike parçalar içeriyordu, Ride the Lightning’de grup adeta kompozisyon yazmıştı. Yani Metallica, zor olanı yaptı ve çoğu grubun ilk albümlerinden sonra düştükleri boşluğa düşmedi.
Anthrax’ın da o sene ilk albümünü yapmasıyla bugünün “The Big 4”u şekillenmeye başladı. Aynı sene iki efsane albüme daha kavuştuk. Biri Judas Priest’in elinden çıktı ki bence grubun en iyi albümü, diğeri de Iron Maiden’ın elinden. Bu iki albümden daha öne çıkan bir albüm yapabilmek Metallica’nın kariyerinin nasıl olacağına dair verilen en büyük ipucuydu.
’85
Exodus “Bonded by Blood”
Takip edenler:
Slayer “Hell Awaits”
Anthrax “Spreading the Disease”
Megadeth “Killing is My Business… and The Business is Good”
Dio “Sacred Heart”
The Big 4’da olması gerektiği her daim düşünülmüş bir gruptur Exodus. Belki albümün çıkış tarihi aksamasaydı bu olabilirdi. Fakat olmadı, çok da yakınmayalım eminim ki hepimiz Exodus’un değerini fazlasıyla biliyoruz.
Thrash metalin kaynamakta olduğu dönemde gruplar bizzat elden ele kaset dağıtarak isimlerini duyurmaya çalışıyordu. Metallica, Exodus, Slayer ve daha niceleri bu şekilde dişleriyle ve tırnaklarıyla bir yerlere gelmeyi başardılar. Bonded By Blood’un başarısı da bu sayededir. Paul Baloff’un tüyler ürperten vokalleri, Gary Holt’un inanılmaz riffleri ve iliklerinize kadar işleyen prodüksiyonla gerçekten unutulmaz bir albüm Bonded By Blood. O yıl bizlerle buluşan diğer üç thrash metal albümü de az yukarıda söylediğim şeyi kanıtlıyor. Thrash metal çığ gibi büyüyordu.
’86
Metallica “Master of Puppets”
Takip edenler:
Slayer “Reign in Blood”
Megadeth “Peace Sells… But Who’s Buying?”
Iron Maiden “Somewhere in Time”
Flotsam and Jetsam “Doomsday for the Deceiver”
Kreator “Pleasure to Kill”
Candlemass “Epicus Doomicus Metallicus”
Bu yıl metal müziğin altın yıllarından biri olarak görülür, öyle de görülmeli. Daha birkaç yıl önce temelleri atılmış gruplar bu sene tüm metal tarihinin en sağlam albümlerinden bazılarına imza attı, akıl almaz bir durum. Burada Master of Puppets hakkında konuşmaya başlasam zaten sayfalar sürer. Kişisel olarak bakacak olursam bu albüm benim favorimdir. Objektif bakacak olursam, yine tüm zamanların en başarılı heavy metal albümü demek zorundayım. Slayer’a ne demeli? Reign In Blood 28 dakikalık bir albümdü ve insanların aklını ışık hızında almak için yapılmıştı sanki! Aynı şekilde Megadeth de Peace Sells ile heavy ve thrash metali bambaşka bir boyuta taşıyordu. Candlemass, doom metalin inanılmaz örneklerinden birini verirken Iron Maiden birbirinden güzel albümlerine bir yenisini daha ekliyordu. Birkaç sene sonra Metallica’ya katılacak olan Jason Newsted de bir önceki grubu Flotsam and Jetsam ile thrash metalin sağlam örneklerinden birini vermişti. 86 resmen altından bir yıldı. O günlerin havasını bizzat koklamanın nasıl bir his olduğunu hep merak etmişimdir.
’87
Guns ‘N’ Roses “Appetite for Destruction”
Takip edenler:
King Diamond “Abigail”
Anthrax “Among the Living”
Death “Scream Bloody Gore”
Sepultura “Schizophrenia”
Testament “The Legacy”
Thrash metal ortalığı zaten kavuruyordu. Aynı zamanda death metalin de harika örnekleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Metal çok farklı bir yöne gidiyordu. Tüm bu gelişmelerin içinde Appettite For Destruction piyasaya sürüldü. Guns ‘N’ Roses’în burada başardığı şey oldukça büyük. Tüm o sert metal esintileri arasında daha farklı ve biraz daha eski tatlara dönük bir metal dinletisi sundular bizlere. Ve bununla 87 yılının en iyisi olmayı başardılar.
Yine yepyeni adımlar gördük. Death’in Scream Bloody Gore ile imza attığı sound o zamanların en sert olanıydı. Hemen arkasından da Sepultura sound’u takip ediyordu onu. Sepultura bir önceki albümü Morbid Visions’daki black metal esintilerinden biraz daha yumuşak bir sound yakalasa da Schizophrenia oldukça sert bir albümdü. Aynı zamanda Sepultura’nın değişiminin iyi yönde olduğunu da gösteriyordu.
Anthrax’ın çok daha farklı ve iyi yönde bir ciddiyetsizliğe sahip olduğu Among the Living de thrash metal kataloğuna altın bir eklemeydi ve hala grubun kariyerinin tepe noktasıdır. Testament’in The Legacy’si için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Tabi, onların olayı daha bir ciddiydi. Fazlasıyla.
’88
Metallica “…and Justice For All”
Takip edenler:
Queensryche “Operation: Mindcrime”
Iron Maiden “Seventh Son of a Seventh Son”
Flotsam and Jetsam “No Place for Disgrace”
Death “Leprosy”
Danzig “Danzig”
Tüm o “bass gitarın duyulmaması” saçmalıklarını kenara bırakıyorum ve …and Justice For All’u 88 yılının en iyi albümü ilan ediyorum! Baştan sona bir an sıkmayan ve sertliğinden dolayı suratınıza yumruk yemiş gibi hissettiren bir albümden bahsediyorum. İlk sırada olmak zorunda! Her ne kadar bass gitarını duyamasak da Jason Newsted’in Metallica’ya neler kattığının net kanıtıdır aynı zamanda bu albüm. Elbette Cliff Burton gibi bir dehanın (dehası ciddi anlamda kanıtlanmış bir ‘dehanın’) yerini doldurmak zor olsa da Newsted elinden geleni çok iyi yapan bir grup elemanıydı. Daha birçok yeni gruba ilham veren …and Justice For All da böyle ortaya çıktı işte.
Yılın tek bombası bu değildi elbette. Hatta bu yıla seksenlerin ikinci altın yılı desek doğru bir tabir olur. Iron Maiden’ın progresif esintiler taşıyan muazzam konsept albümü Seventh Son of a Seventh son 88 ürünüydü. Aynı şekilde progresif metalin yine öncü işlerinden olan Operation: Mindcrime da bu sene hayranlarıyla buluştu. Hayranlarından biri de Iron Maiden’dır. Hatta grup bir röportajında; Seventh Son of a Seventh Son ile yapılmış en iyi konsept albümü yaptıklarını düşündüklerini fakat Operation: Mindcrime’ı dinledikten sonra kendi albümlerini ikinci sıraya aldıklarını itiraf etmişlerdi.
’89
Sepultura “Beneath the Remains”
Takip edenler:
Morbid Angel “Altars of Madness”
Exodus “Fabulous Disaster”
Overkill “The Years of Decay”
Annihilator “Alice in Hell”
Sepultura’nın Schizophrenia’dan sonra attığı adım onları kariyerlerinin zirvesine taşıdı. Benim için de duyduğum ilk andan itibaren (her ne kadar o akustik giriş The Call of Ktulu’ya benzese de…) beni içine alan bir kayıt olduğu için burada yerini aldı elbette. Sepultura daha olgun ve oturaklı bir albümle karşımıza çıktı ve kariyerinin altın çağına böylelikle adım attı.
Bu tarz yazılarda genellikle bu yılın altın tacını Morbid Angel’ın taktığını görürsünüz. Kesinlikle Altars of Madness inanılmaz bir albüm. Beneath the Remains’e karşı bu kadar yoğun duygularım olmasa kendisini ilk sırada bile görebilirdiniz. Ayrıca, Exodus’un Pleasures of the Flesh ile attığı yanlış adımdan sonra Faboulous Disaster ile olayları toparlaması da bu sene gerçekleşti. Annihilator da çıkış albümü ile kimsenin beklemediği bir anda yine bu sene olay oldu. Overkill’in de kariyerinin en başarılı albümü olan The Years of Decay’i bu sene piyasaya sürdüğünü unutmamak gerek.