Gece
Gündüz

2019’un En İyi Rock Albümleri

21 January 2020
20 dk'lık okuma

Yılın sınavını vereceğim gün geldi çattı. Yıl boyunca çok çalıştım fakat her sınavda olduğu gibi bilmediğim bir sürprizle karşılaşabilirim. Konu aralığı çok olan sınavlara elbette girmişsinizdir. Şu an kendimi tam olarak o tarz bir durumda hissediyorum. Yıl içinde çıkan albümleri zevkle ve yakalayabildiğim kadarıyla dinledim. Bu konuda kendime bu şekilde işkence etmem ise tamamen kişisel psikopatlığım.

Rock ve metal severler için rahatlıkla söylüyorum; verimli bir yıl geçirdik arkadaşlar. Slipknot, Rammstein, Opeth ve elbette Tool gibi gruplar yeni materyallerini önümüze serdiler. TOOL! Heyecanımı içimde tutma çabam pek sonuç vermedi göründüğü üzere. 2006’dan beri sessiz kalmayı tercih eden sevgili arkadaşlar nihayet bu sene bizleri mutlu ettiler. İşte bu yüzden yıllar sonra bile 2019 senesi “Tool’un nihayet yeni albümü saldığı sene” olarak anılacak.

Birazdan geçtiğimiz yıl piyasaya sürülmüş olan rock ve metal albümlerinden ayrı ayrı düzenlenmiş iki listenin ilkini göreceksiniz. Diğer listeye ise haftaya kavuşacaksınız. Her liste on beş albüm barındırıyor olsa da hala dahil edemediğim eserlerin acısını yaşıyorum. Bunun yanı sıra bu yıl bu kadar çok kaliteli eser görebilmek son derece de mutlu ediyor beni. Elbette dinleyemediğim, gözden kaçırdığım ve muhtemelen hakkını yediğim albümler olmuştur. Belki listeye almadığım bazı albümlerin zaman geçtikçe bendeki yeri büyüyecektir. Fakat şu an bu yıl için belli başlı izlenimlerim var ve umarım hepsinin toplamı keyifli ve faydalı bir yazı oluşturmuştur.

ROCK

Üzülerek söylüyorum, rock müziğin bizlere sunduğu çeşitlilik yıllar geçtikçe azalıyor. Pop elementleri ile birleştirilen (hakiki pop-rock ile karıştırılmasın), teknolojik elementlerin hakim olduğu (istisnalar olabilir elbet) ve yaratıcılıktan yoksun eserler piyasada kendisine fazlasıyla yer bulmakta. Hard rock açlığımızı giderecek ya da içimizdeki klasik-severleri memnun edecek albümleri bulmak için biraz seçici olmak gerekiyor. Birazdan göreceğiniz liste için fazla seçici davranmış olabilirim, hatta göreceğiniz bir iki albümü rock kategorisinde görmek şaşırtıcı da gelebilir. Kişisel görüşüm dahilinde tarzlar arası biraz esnetme yapmayı uygun gördüm. Birbirinden beslenen tarzlar konusunda şikayetimiz olmamalı zaten.

15) Bad Religion “Age of Unreason”

Listeye başlangıcı geçmişi seksenlere kadar uzanan Bad Religion ile yapalım. Trump’ın seçilmesi birçok açıdan kötü olarak görülse de müzik açısından gayet verimli oldu. Kendisi de son zamanlarda adına en çok şarkı bestelenen insan oluyor. “Age of Unreason” da bu örneklerden biri. Komple, albüm olarak.

Greg Graffin, grubumuzun vokali, doktora sahibi bir punk müzisyeni. Gözleriniz yaşardı, değil mi? Kendisi belki şu an yaşayan bilgi birikimi en kuvvetli müzisyenlerden biri olabilir. Hal böyle olunca albümdeki söz yazımı konusunda telaşa düşmemize bile gerek yok. Age of Unreason, Greg Graffin’in zekice sözleri ve grubun yüksek temposunu harika bir şekilde kullanmasıyla bizlere klasik havalara modern bir dönüş imkanı sağlıyor.

 

Öne çıkanlar; Chaos From Within, Do the Paranoid Style, End of History, Old Regime

14) Taylor Hawkins & the Coattail Riders “Get the Money”

Taylor Hawkins, bugünlerde karşılaşabileceğiniz en enerjik davulcudur. Aynı zamanda egosu düşük, alçak gönüllü ve tatlı mı tatlı bir insandır. 1997 yılında Foo Fighters’a katıldıktan sonra tüm dünyaya adını duyurmuştu. Zamanımızın en iyi rock ‘n roll davulcularından biri olan Dave Grohl’un arkasında çalıp onun gözde davulcularından biri olmak kolay değil.

Ekibin, 2004’te Foo Fighters’ın “In Your Honor” adlı albümünün kayıtlarından önce kaydedilmiş parçalarından oluşan ve kendi adını taşıyan ilk albümü 2006 yılında piyasaya sürüldü. Hawkins’in klasik rock’a yakın duran bir yapısı olduğu için o günden bugüne grubun yaptığı işlerde Queen, Led Zeppelin, The Beatles gibi efsane isimlerin esintilerini hissedebiliyoruz. “Get the Money” de aynı şekilde bize hoş klasik havalar yaşatan bir albüm.

Son derece enerjik ve yüksek tempoya sahip olan Get the Money, Taylor Hawkins & the Coattail Riders’ın en büyük adımı diyebilirim. Ayrıca, Hawkins kadar rock ‘n roll ruhuna yakışan insan azdır.

 

Öne çıkanlar; Crossed the Line, You’re No Good at Life No More, Get the Money, C U In Hell

13) Rival Sons “Feral Roots”

Rival Sons ismini belki de bazılarınız duymadı. Bazılarınız da sadece böyle bir ekibin varlığından haberdar. “Feral Roots” ile bu durumun değişeceğinden emin olabilirsiniz. Feral Roots, sadece Rival Sons için değil, müzik piyasası için de ihtiyaç duyulan bir albümdü. Çiğ bir prodüksiyon ile nostaljik esintileri taçlandıran grup esin kaynaklarından orijinal bir şekilde besleniyor yeni albümünde. Albümün en iyi parçalarından biri olarak gördüğüm “Too Bad”de ince bir “Sabbath Bloody Sabbath” havası sezeceksiniz. Yer yer gitar rifflerinde, yer yer de vokal ezgilerinde Black Sabbath var, herkes bundan gayet memnun.

“Do Your Worst” ve “Sugar on the Bone” gibi parçalarla nostaljik hard rock havasını güzelce seziyorsunuz. Son yıllarda bunu başarıyla gerçekleştiren bir de “Dorothy” var ki kendileri iki albümde piyasada isimlerini duyurmayı çok iyi başarmışlardı. Ruhumuzu orijinal fikirlerle bezenmiş nostaljik hard rock ile beslemek istiyorsak bu seneki durağımız net bir şekilde Feral Roots olmalı.

 

Öne çıkanlar; Do Your Worst, Back in the Woods, Too Bad, End of Forever

12) Puppy “The Goat”

Kuruluşları 2014’e dayanan fakat ilk albümlerini ancak bu sene duyabildiğimiz Puppy kesinlikle kulak kabartılması gereken bir ekip. Özellikle heavy metal esintilerine yoğun olarak sahip hard rock arayan arkadaşlarımız için. Bu arayışın mutlu sonu burada yatıyor.

Elbette, “The Goat” gruptan bize gelen ilk iş değil. Sırasıyla; 2015 ve 2017 tarihli iki adet EP’miz de raflarımızda mevcut. İlk EP “Puppy” ile dikkatleri üzerine çeken grup daha sonra Spinefarm Records’a imzayı basıp diğer EP’lerini daha geniş kitlelere ulaştırmayı başardılar. The Goat da yine Spinefarm ile olan anlaşmanın ürünü. Aynı zamanda The Goat oldukça büyük bir ileriye adım. EP’lerde oldukça başarılı eserler ortaya koyan grup girdiği albüm yolunda iyiden iyiye her şekilde gelişmiş. Bu sayede The Goat her açıdan doyurucu bir albüm olmuş.

Puppy, günümüzün en kuvvetli rock üçlülerinden, buna artık eminiz. 44 dakikalık süresiyle de The Goat kesinlikle dinlenmesi gereken bir albüm. Oldukça dokunaklı fakat aynı zamanda sert, tatlı ama ürkütücü bir albüm The Goat. Aslında kimyası da biraz bu çelişkilerden geliyor.

 

Öne çıkanlar; Black Hole, And So I Burn, Entombed, Bathe in Blood

 

11) Alter Bridge “Walk the Sky”

Yeni bir Alter Bridge albümü için heyecanlanmamak elde değil. Aslında, Myles Kennedy’nin içinde bulunduğu herhangi bir şey için heyecanlanmamak elde değil. Slash ile birlikte imza attığı projeler dışında, bana göre geçen senenin en iyi albümlerinden biri olan “Year of the Tiger”ı yaratmış olması kendisini son yılların adını en çok duyuran müzisyenlerinden biri yapıyor. Mark Tremonti’yi de unutmamak lazım elbette. Kennedy ve Tremonti ikilisinin heavy metal kokan bangır bangır riff yazıyor olmaları beni hep etkilemiştir. İkilinin solo albümlerini ayrı ayrı karşılaştırırsak Alter Bridge’in kimyasının oluşması için bu iki isme de ihtiyaç duyulduğunu anlarız.

Diskografilerinde “Blackbird” gibi alkışlanması gereken bir albüm bulunduran ekip son işleri “Walk the Sky” ile farklı bir bölgeye geçiş yapmasa da kullanılan bazı “synth” bazlı melodiler ile yaratıcı süreçlerine bir farklılık katmışlar. Toplam süresi bir saat olan albümün kendine bağlayıp bu süre boyunca keyifli bir dinleme süreci yaşatması elde edilmesi kolay bir başarı değil. Myles Kennedy meşgul bir adam, umarım Alter Bridge’in dahil olduğu planlarına yakın zamanda tekrar devam eder.

 

Öne çıkanlar; Wouldn’t You Rather, Godspeed, Native Son, Take the Crown, Pay No Mind

 

10) Lindemann “F&M”

Burada işler biraz (daha) benim kişisel görüşüme kayıyor. Lindemann’ın ikinci albümü olan “F&M” neredeyse her yerde metal albümleri listesinde göreceksiniz. Endüstriyel metal olarak listelenen bu albüm bana göre endüstriyel etkili deneysel bir hard rock albümü. Evet, bu tanımı az önce uydurdum. Kulağa gayet güzel geliyor, kullanırken adımı belirtin.

Lindemann’ın ilk albümü “Skills in Pills”, Till Lindemann’ın ana dili Almanca’dan ayrıldığı bir işti. Bunun nedeninin yeni projesini Rammstein’dan belli çizgilerle ayırmak olduğu söyleniyor fakat elbette her sanatçı yeni şeyler denemek ister. Altında bir sebep aramaya gerek yok. İlk albümde olduğu gibi Till Lindemann vokalleri üstleniyor, Peter Tagtgren ise tüm enstrümanları tek eline alıyor. Fakat bu sefer şarkı sözleri Almanca’ya geri dönüyor. F&M’i Skills in Pills’den daha oturaklı bir albüm olarak görmemin bununla bir alakası yok fakat Till Lindemann tabi ki kendi dilinde yazarken daha rahat işler ortaya koyabilmiş.

İkili belli deneysel yöntemlerle müziklerine farklı yaklaşımlar katmak istemişler ve bunun en büyük örneği de “Ach So Gern” adlı parça. F&M’in deluxe versiyonunda parçanın iki versiyonu bulunmakta. Tango versiyonu asıl hali olarak görünmekte, bir de “pain version” var. Ayrıca parçanın blues ve bossanova versiyonlarının da bulunduğu hakkında bilgimiz var. Geri kalan parçalarda da farklı tatlar bulmak mümkün. Açıkçası sadece deneyselliği ile değil; sertliği, sakinliği, vuruculuğu ve çeşitliliği ile de bu yılın en iyileri arasına girmeyi hak eden bir albüm F&M. Lindemann ikilisinin birlikte oluşturdukları tatlı kimyanın tesadüf eseri olmadığını da anlıyoruz böylelikle.

 

Öne çıkanlar; Steh auf, Ich weiß es nicht, Allesfresser, Blut, Knebel

 

9) Fever 333 “Strength in Numb333rs”

Geçen sene isyankar bir grup eleman “Made an America” adında bir EP yaptı. İsimlerinin de Fever 333 olduğunu beyan ettiler. Ellerindeki bir EP de olsa büyük bir kesim tarafından yılın en iyi albümleri listesine alındılar. Bu ekibin gelip geçici olup olmadığını bilmiyorduk. Ben şahsen kendilerinden tam bir albüm göreceğimizi bekliyordum. Fakat bunun hemen bir sonraki yıl ve böyle kaliteli bir iş ile olacağını tahmin bile etmiyordum.

“Strength in Numb333rs”, inanılmaz heyecanlı ve dinamik bir albüm. Son derece politik, her satırı apayrı taşlamalarla dolu bir yapıt. Belli ki Made An America’da söyleyeceklerini tam olarak söyleyememişler. Öyle ki, bu albümü dinledikten sonra bile hala içlerinde devamını tuttuklarını hissedebiliyorsunuz. Müzikal açıdan bana göre Rage Against the Machine’e yakın ve belli Linkin Park esintilerine sahip bir yolları var. İki gruba da son derece yakın olduğumdan beni oldukça memnun eden bir etken bu. Üstüne üstlük, Fever 333 bu iki gruptan aldığı ilhamı iki gruptan da daha sert kullanıyor. Böylelikle yılın en agresif albümlerinden biri ortaya çıkmış oluyor.

Dilinize dolanan nakaratlar, zıplamadan duramayacağınız melodiler ve anlamlı mesajlar ile Strength in Numb333rs son derece kaliteli bir albüm. Canlı  performanslarının da fazlasıyla enerjik olduğunun notunu düşmek istiyorum. Kendilerini buralarda görebilir miyiz bilmiyorum fakat umut etmekten zarar gelmez.

 

Öne çıkanlar; ANIMAL, PREY FOR ME/3, ONE OF US, INGLEWOOD/3, THE INNOCENT

 

8) Bokassa “Crimson Riders”

Metallica, bu zamana kadar hiçbir kötü gruba kol kanat germedi. Volbeat ve Ghost da Metallica’nın desteğini büyük ölçüde almış gruplar. Şu sıralar Metallica ile turlayan isim ise Bokassa. “Crimson Riders” piyasaya çıkmadan önce “Divine & Conquer” isimli albümleri ile isimlerini duyurmuşlardı. Lars Ulrich’in kendi radyo programı olan “It’s Electric” sırasında Bokassa’dan bahsetmiş ve grup hakkında “insanely fucking cool” ifadesini kullanmıştı. Kötü çıkma ihtimalleri yoktu zaten.

Crimson Riders; yılın en ciddiyetsiz, en sevimli ve en (buraya bir argo geliyor) albümü. Belli bir tarzı benimsemiş olsa da parçaların bazılarında esin kaynaklarının etkilerini görebiliyorsunuz. Bunu kendi tarzlarıyla harmanlayarak yapıyorlar tabi. Fazlasıyla başarılı bir şekilde yapıyorlar. Adeta her şeyleri patlıyor. Patlayan davullar, gitarlar ve vokaller. Birinden bile şikayetçi değilim. Albüm 29 dakikalık keyif veren bir madde olarak kullanılabilir. Alıyorsunuz bir doz, vuruyorsunuz kendinizi spora. Bu etkisini de göz önünde bulundurursak aslında 29 dakikalık bir süre çok da doğru bir seçim. Hatırlarsanız aynısını 86 yılında Slayer “Reign in Blood” ile yapmıştı. Tam da 29 dakika. Yumruk gibi bir 29 dakika.

Bokassa, hala gelişmekte ve büyümekte olan bir grup. Metallica’nın cidden çok değerli desteğini almaları da dört ayak üstüne düşmeleri adeta. Bu destek ile birlikte halihazırda inanılmaz bir potansiyele sahip olan üçlüden Crimson Riders gibi daha nice albümler bekleyebiliriz. Hayal kırıklığına uğramayız.

 

Öne çıkanlar; Charmed & Extremely Treacherous, Vultures, Mouthbreathers Inc., Wrath is Love, Captain Cold One

 

7) Volbeat “Rewind, Replay, Rebound”

Albüm için yazdığım incelemede de belirtmiştim. Klasik hard rock severler için şu an en sıcak grup Volbeat olacaktır. Heavy metal esintili rockabily ile kariyerlerine başlayan grup metal havalarını son birkaç senedir oldukça azaltsa da şikayet yiyecek herhangi bir şey yapmadılar. Öyle ki, “Rewind, Replay, Rebound” son birkaç albümlerinin içinde en zayıfı olsa da yine klasik hard rock’tan bekleyebileceğiniz en iyi albümler arasında.

Albümdeki belli parçaların daha önce duyduğumuz Volbeat parçalarına benziyor olması şikayet konusu oldu. Örneklendirmelerde de en çok “Pelvis on Fire” adlı parça yer buldu kendine. Grubun ikinci albümü “Rock the Rebel/Metal the Devil” zamanından “Sad Man’s Tongue”a çok benzediği yönünde laflar döndü. Bu konuda haksız da değiller, iki parça biraz akraba gibi duyuluyor. Fakat bunun kasıtlı olduğu, Pelvis on Fire’da geçen “The jukebox in the corner needs a coin for ‘Sad Man’s Tongue’” satırıyla grup tarafından belli ediliyor zaten. Bu ince detay parçanın inanılmaz havalı ve yakalayıcı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Volbeat, bizleri zıplatan ve dans ettiren (boogie woogie) parçalar yazmayı iyi biliyor. Zamanında “16 Dollars” vardı, şimdi Pelvis on Fire ve hemen yanında “Die to Live”.

Michael Poulsen’ın inanılmaz kuvvetli vokalleri, Rob Caggiano’nun her zamanki gitar hakimiyeti ve grubun geri kalanının muazzam tutan kimyası sayesinde Volbeat kariyerlerinin en üstüne tırmanan bir albüm kaydetmese de, oldukça keyifli ve bol hatırlanmalı bir albüm sunuyor bizlere. Ve elbette, yılın en sağlam hard rock parçalarından biri olan “Leviathan”a imza atıyorlar.

 

Öne çıkanlar; Last Day Under the Sun, Pelvis on Fire, Die to Live, Cheapside Sloggers, Leviathan, The Everlasting

 

6) King Gizzard & the Lizard Wizard “Infest the Rats’ Nest”

Bu gruptan uzun uzun bahsetmek istesem de isimlerini ve özellikle albümün ismi ile birleşimi kullanmaktan kaçınıyorum. Söylerken bile dili dönmüyor insanın. Ama net olan şey şu ki, adamlar inanılmaz bir sound ile yılın en yıkıcı albümlerinden birini kaydetmeyi başarmışlar. Asıl önemli noktamız da bu. Grubun adını da çok seviyorum tabi, şaka yaptım az önce.

KG&tLW inanılmaz çok yönlü bir grup. Ama gerçekten çok yönlüler ve çok meşguller. 2012’de ilk albümlerini yayınlayan grubun şu an on beş albümü var. Sadece 2017 yılında (sözünü verdikleri gibi) beş albüm çıkardılar. Ki bunlardan biri son yılların en farklı ve tatlı albümlerinden biri olan “Flying Microtonal Bananas” idi. Aşık Veysel, Erkin Koray ve Barış Manço dinleyen bir ekipten çıkması gereken hoşlukta ve kalitede bir albümdü FMB.

Infest the Rats’ Nest, ekibin bu yılki ikinci albümü. Bundan birkaç ay önce çıkan “Fishing For Fishies”de gayet kaliteli bir albüm olsa da listeye küçük kardeşini alıyoruz. Her albümlerinde farklı tatlar benimseyen ekibin on beş albüm boyunca ilhamından bir şey kaybetmemiş olması takdire şayan bir durum. Infest the Rats’ Nest de bu on beş albümün içinde kendine yukarı sıralarda yer bulduğu için bu ekip kesin otuzuncu albümü görür. Bu arada, adamların şaka maka iki davulcusu var.

 

Öne çıkanlar; Planet B, Mars for the Rich, Organ Farmer, Venusian 1, Perihelion

 

5) Thank You Scientist “Terraformer”

Bir progressive aşığı olarak “Terraformer”ı görmezden gelemezdim. Thank You Scientist’in dahiyane, DAHİYANE eforu olan bu albüm adeta patlama etkili vitamin bombası gibi. Bunun ne demek olduğunu yalnızca albümü dinledikten sonra hayal edebildim. Sizin için de öyle olacaktır. Yoksa patlama etkili vitamin bombası ne?

Renklerini adeta hissettirebilen albümlere bayılıyorum. Terraformer’ı da gök kuşağını bile kıskandıracak renklere sahip olduğu için tebrik ediyorum. Bu kadar şey söyledikten sonra (vitamin bombaları, gök kuşağı gömmeler) albümün yorucu derecede kalabalık olduğunu düşünmüş de olabilirsiniz. Düşünmediniz mi? Çok güzel, düşünmeyin zaten. Öyle olsa bile şikayet etmezsiniz emin olun. Terraformer, modern progressive müzik için adeta dönemlik bir ders. Vize-final olarak ikiye bölseler ve içine biraz da ödev serpiştirseler ben alırdım bu dersi. Keyifle de geçerdim.

Progressive müzik olarak niteleyip çok da derine inmeme sebebim, bunu biraz zor bulmam oldu açıkçası. Terraformer bir progressive rock albümü olarak nitelenebilir fakat sadece bu seviyede bırakılması içinde barındırdığı çeşitliliğe haksızlık olur. Saksafonlara haksızlık ederiz; yaylı çalgılara, sitara haksızlık ederiz. Ve en önemlisi; bu bahsettiklerimi bir araya getiren şairane prodüksiyona haksızlık ederiz.

84 dakikalık inanılmaz bir süreye sahip olan Terraformer; renkli, enerjik, şoke edici ve uzunca kuyruk misali uzayabilecek bir sürü niteliğe sahip. Mis gibi bir progressive rock albümü. Yedi kişilik ekibin jazz esintileriyle süslediği inanılmaz bir tecrübe. Çok düşünmeden içine dalıp gitmelik.

 

Öne çıkanlar; FXMLDR, Son of a Serpent, Everyday Ghosts, Life of Vermin, Terraformer

 

4) Flying Colors “Third Degree”

Mike Portnoy’un eli değmiş kötü bir albüm var mı? Bir de denkleme Steve Mors, Neal Morse, Dave LaRue ve Casey McPherson isimlerini eklersek ortaya çıkacak işin mükemmel olmasını beklemez miyiz? Bekleriz elbette. Flying Colors’ın üçüncü albümü “Third Degree” de mükemmel zaten. Denklem çözüldü.

Third Degree, grubun ismiyle uyumlu olarak son derece renkli bir albüm. Neşeli, eğlenceli, yer yer duygusal ve en önemlisi modern prog-rock nedir hepimize anlatır nitelikte. Grubun her elemanı ayrı ayrı birbirinden inanılmaz ve önemli isimler. Hepsinin on parmağında on marifet var ve hiçbiri bir diğerini gölgelemiyor. Flying Colors, her grup elemanının kendi alanında inanılmaz işler ortaya koyduğu ve bunu yaparken kimsenin ışıltısının birbirine karışmamasını sağlayan bir albüm.

Third Degree, bu yılın şapka çıkaracak işlerinden biri olmasının yanı sıra, ekibin geleceğinin de olacağını bizlere çıtlatır nitelikte. Tatlı jazz yürüyüşleri, yakalayıcı nakaratlar ve oturaklı ritmleriyle oldukça doyurucu bir 66 dakika sunuyor bizlere Third Degree. Böyle bir ekibin elinden çıkan bir albümü dinlememek ayıp olur zaten.

 

Öne çıkanlar; The Loss Inside, More, Cadence, Last Train Home, Geronimo

 

3) Leprous “Pitfalls”

Leprous, son zamanların en farklı ve dikkate değer progressive ekiplerinden biri. Tarz yelpazelerinin geniş olmasının yanı sıra benimsedikleri ve ortaya koydukları her farklı ezgiyi mükemmelleştirme konusunda ustalar. Kariyerlerine başladıkları 2009 çıkışlı “Tall Poppy Syndrome”dan sonra inanılmaz bir yükselişle yenilik dolu adımlar atmaya devam ettiler. İlk albümlerinde benimsedikleri progressive metal tarzını bir süre sonra progressive rock semalarına kaydırmaları da tarzlarından bir şey kaybetmelerine yol açmadı. “Pitfalls”un bu zamana kadar imza attıkları en ‘soft’ iş olmasına rağmen belki de en başarılı albümleri olması bunu kanıtlar nitelikte.

Pitfalls, adeta kişinin kendi içine yaptığı bir yolculuk. Bu durumun en büyük nedeni, vokalist Einar Solberg’ün yakın zamanda geçirdiği depresyon dönemi. Müziğin olumsuzluklardan olumlu bir durum çıkarabileceğinin sayısız göstergelerinden. Albüm başlı başına bir ilaç adeta. Bu yüzden eminim ki Solberg için de iyileştirici etkisi olmuştur bu denli kuvvetli ve açık bir albüm kaydetmek. Sadece grup üyeleri için değil, dinleyen herkes için kendini yeniden keşfetme albümü Pitfalls.

Pitfalls’un tarzı hakkında konuşmak belki de en zor durum olacaktır benim için. 55 dakika içinde sayısız duygu durumuyla birçok tarzın içinden geçiyorsunuz. Synth bazlı düzenlemelerin yanında grubun eski tarzına çok yakın gitar ezgileri duyuyorsunuz. Yani, progressive rock yanında biraz da synth-pop duyuyorsunuz. Bu ikisini bu kadar güzel dengeleyen başka modern bir ekip bulmak çok zor. Duygusal yoğunluğun az olması zaten albümün ortaya çıkış serüveninden sonra beklenemez bile. Solberg’ün adeta ruhu okşayan vokalleri bir an bile kuvvetini kaybetmiyor. Hatta şunu söylemeden geçemeyeceğim; “Below” bu sene duyduğum belki de en iyi vokal performansına sahip.

Pitfalls; tecrübe edilmesi ve üzerine düşünülmesi gereken bir eser. Baştan sona teknik başarısını ve duygusal yoğunluğunu kaybetmeyen, herhangi bir müzik türüne gönül vermiş bir dinleyeni rahatlıkla memnun edebilecek kalitede bir albüm. Bu listede yerini alan ilk üç albümün de birbirine oldukça eşdeğer olduğunu söylemek istiyorum. Pitfalls’un birazdan göreceğiniz diğer iki albümden altta kalır tek bir noktası bile yok. İstanbul’daki arkadaşların da 13 Şubat konserini kaçırmamaları için bir hatırlatmada bulunayım.

 

Öne çıkanlar; Below, I Lose Hope, Alleviate, At the Bottom, Foreigner, The Sky is Red

 

2) Opeth “In Cauda Venenum”

Efsanevi Opeth’in progressive rock kariyeri 2011 çıkışlı “Heritage” ile başlamıştı. Bu albüm aynı zamanda Opeth’in en negatif yorumlar aldığı albümdü. İnanılmaz progressive death metal ezgileriyle dolu yıllar sonrası bu ani yumuşama hayranları hayal kırıklığına uğratmıştı. Eski Opeth, yeni Opeth ayırmadan seven belli bir hayran grubu da var, ben onların içindeyim.

Heritage sonrası, “Pale Communion” ile inanılmaz bir adım atan ve gönülleri tekrar kazanan Opeth daha sonrasında “Sorceress” ile, genişlettiği sınırları daha da keskin çizgilerle tanımladı. Bu üç sene önceydi. Şimdi ise elimizde “In Cauda Venenum” var. Bana göre prog-rock devrinin en iyi albümü olan şaheser.

In Cauda Venenum, en uzun Opeth albümlerinden biri ve her saniyesi dinlemeye, tecrübe etmeye değer. Harika riffler, atmosferik ezgiler, doyurucu davullar… Opeth her zaman yaptığı gibi bizleri bu şekilde büyülüyor. Albümün bunlar üzerine en büyük artısı ile son zamanlarda Opeth’in kaydettiği en ‘bütün’ albüm olması. Bu yönüyle Pale Communion’a oldukça yakın. İki albümde de King Crimson etkileri büyük ölçüde kendini gösteriyor ve yaratıcılık açısından Heritage ve Sorceress’a göre bir adım üstteler.

Opeth’in varlığına şükretmemiz gerektiğini bizlere tekrar hatırlatan, bütünlüğü ve dehası ile bizleri büyüleyen bir albüm In Cauda Venenum. Devamı için yalvarır haldeyiz.

 

Öne çıkanlar; Heart in Hand, Next of Kin, Lovelorn Crime, Charlatan, Universal Truth, All Things Will Pass

 

1) Baroness “Gold & Grey”

Baroness, beni bir kez bile hayal kırıklığına uğratmadı. Tek bir kez bile. 2000’li yıllarda ilk albümünü yapan ekipler arasında kesinlikle en başarılılar arasında gözüm kapalı yazarım kendilerini. Gerek, Mastodon esintileri olan sludge metal ürünü ilk iki EP ve albümleri, gerekse deneysel progressive rock havaları barındıran son zamanlardaki işleri… Baroness’in şaheser yaratmadaki başarısını 2015’te Purple’da anlamamış olmanız imkansız zaten, bir de “Gold & Grey” açısından bakalım bu duruma.

Kadrosuna Gina Gleason’ı katan Savannah çıkışlı ekip Purple’da benimsedikleri deneysel dokunuşları Gold & Grey’de de başarılı bir şekilde sunuyor bizlere. Prodüksiyonun fazla çiğ olması konusunda eleştirilseler de albümün havasını harika bir biçimde yansıtan bir sound’a ulaştıkları inkar edilemez. Elbette kalitesiz ses ekipmanları ile dinlenmesi zor olabilecek bir çiğlik bu. Zaten kalitesiz bir ses ekipmanı herhangi bir eseri berbat edebilir. Bu yüzden bu eleştirilere kulak bile asılmaması taraftarıyım çünkü Gold & Grey benim son yıllarda dinlediğim en başarılı ve en bütün albüm.

Baroness, Purple’ın kaydından önce geçirdiği kritik otobüs kazasından sonra adeta küllerinden doğdu. “Red Album” ve “Blue Record” ile sludge metal köklerini kucaklayan, “Yellow & Green” ile ruhu okşayan melodilere imza atan, “Purple” ile yeniden doğan ekip bu sefer de “Gold & Grey” ile bir saatlik inanılmaz bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Nokta atışı, yıllarca hatırlanacak bir albüm.

 

Öne çıkanlar; Front Toward Enemy, I’m Already Gone, Tourniquet, Throw Me an Anchor, Emmett – Radiating Light, Borderlines

 

Kapak görseli: Sıdal Taşdemir

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR