Gece
Gündüz

Beauvoir: İkinci Cins’e Varoluşsal Bir Yaklaşım

24 February 2021
8 dk'lık okuma
KAYNAK: https://www.kreatifbiri.com/kadin-dogulmaz-kadin-olunur-simone-sartre/

Kadınlar, kadınlarımız. Üzerine öyle çok söylenecek şey var ki. (Hoş bir bu kadar da söylenmiş tarih boyunca.) Ben de uzun zamandır kadınlar ve cinsiyet üzerine ana dilimde bir şeyler söylemek istiyordum. Zira takdir edersiniz ki bu konuda pek çok kadın gibi benim de değinmek istediğim konular var. Sanıyorum Simone De Beauvoir bunun için güzel bir başlangıç olur. Niyetim biraz feminizm, biraz cinsiyete atanmış roller ve tabii ki biraz da varoluşçuluk kıyılarında dolanarak Beuavoir’un İkinci Cins adlı kitabı üzerinde durmak. Fakat tüm bu olgulara girmeden önce izin verin size feminizmin en önemli ikonlarından biri haline gelmiş Simone De Beauvoir’dan ve onun büyük aşkı Jean-Paul Sartre’den çok kısa bahsedeyim. (Bu varoluşçu aşk hakkında bir şeyler söylemeden geçemezdim.)

Beuavoir 1908 yılında Paris’te dünyaya gelmiş, ataerkil bir aile düzeninde yetişmiştir. Eğitiminde gerçekleştirdiği başarılar ona Fransa’nın en genç kadın felsefe öğretmeni olma hakkını da kazandırır. Tüm bu başarı Sartre’nin kulağına gider ve Sarbonne’da kendisi kadar ilginç ve çekici olan bu genç kadınla tanışmak ister. O günün üzerinden birkaç ay bile geçmeden, hayatları boyunca sürecek olan serüvenleri, zaman içerisinde tutkunun, cinselliğin, hayatlarına giren farklı insanlarla paylaşılan girift bir ilişkiye, ardından zihinsel ve özsel bir beraberliğe dönüşerek efsanevi bir nitelik kazanır. Peki biri olmadan ‘öteki’ bu kadar nitelik kazanır mıydı? Bu soruya kesin bir cevap vermek oldukça zor. Zira günümüz ilişki anlayışında dahi muğlaklığını sürdürüyor.

Beauvoir İkinci Cins'e Varoluşsal Bir Yaklaşım
KAYNAK: THE LIFE PICTURE COLLECTION/GETTY IMAGES

Bu mitsel varoluşçu aşkı şimdilik bir kenara bırakarak, asıl konumuz olan İkinci Cins kitabına şöyle bir giriş yapalım dilerseniz. İkinci Cins -orijinal adıyla Le Deuxiéme Sexe, 1949 yılında Gerçekler ve Efsaneler ve Yaşanmış Deneyimler adları altında iki volümlük bir eser olarak yayımlanır. Dilimize ise, 1970 yıllarında Genç Kızlık Çağı, Evlilik Çağı ve Bağımsızlığa Doğru adlı devam kitaplarından oluşan üç ciltlik bir eser olarak giriş yapmıştır. İkinci Cins kitabının bu kadar önemli olmasının asıl sebebi ise kadınların yüzyıllar boyu karşı karşıya kaldıkları baskıyı, bilimsel ve felsefi açıdan inceleyerek günümüz modern feminizminin yapı taşlarını oluşturmasıdır. Daha da önemlisi, sürekli erkekler tarafından tanımlanan kadınların nasıl “ikinci cins” olarak değerlendirildiğine vurgu yapmaktadır. Beauvoir, tüm bu ötekileştirme ve ikinci cinse atanan rolleri varoluşsal bir yaklaşım çerçevesinde açıklayarak aynı zamanda feminizmi çok farklı boyutlara taşımıştır.

KAYNAK: https://www.kreatifbiri.com/kadin-dogulmaz-kadin-olunur-simone-sartre/

Beauvoir, kendisini bir feminist olarak tanımlamamasına rağmen özgürlüğünden de asla vazgeçmemiş. Eh, Beauvoir’un aynı zamanda bir varoluşçu olduğunu da düşündüğümüzde, ona göre ilk düşünülmesi gereken şey varoluştur, kendin olma durumu değil. Yani varoluş özden önce gelir bu yüzden insan önce var olur, ardından kim olacaksa o olur. Tam da bu sebeple Beauvoir, ikinci cilde o efsanevileşmiş sözü ile başlar.

Kadın doğulmaz, kadın olunur.”

Çünkü Beauvoir’a göre biyolojik farklılıklarımız, bizlere farklı sorumluluklar yüklese bile birer dezavantaj ya da aşağılayıcı bir terim olarak değerlendirilmemelidir. Yani cins biyolojik, cinsiyet ise kültüreldir. Bu bağlamda, cinsiyet farklılıklarından kaynaklı olarak kadınların haklarına ve özellikle de özgürlüklerine sınırlama getirilmesi düşünülemez bile. Kimse toplum tarafından belirlenmiş cinsiyet normlarına göre doğmaz. Bu nedenle Beauvoir cinsiyetin insanoğlunun analitik bir kalitesi olduğunu vurgulayarak, cinsin sürekli olarak fiilî ve gerçekte olan, cinsiyetin ise edinildiğini, bu yüzden de cinsiyetin toplumsal yapıdaki anlayışa göre değişkenlik gösterebilecek bir olgu, cinsin ise değiştirilemeyeceğini ileri sürmektedir. Biyolojik farklılıklar, günümüzde olağan bir şekilde değiştirilebilmektedir elbette. Fakat Beauvoir’un bunu ön görememiş olması da anlaşılır bir durum diye düşünüyorum.

Beauvoir İkinci Cins'e Varoluşsal Bir Yaklaşım
Simone de Beauvoir (1908-1986), écrivain français. Paris, 1957.

“Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşırıyoruz; kanatlarını kesiyor, sonra da uçamıyor diye yakınıyoruz.”

Beauvoir kadının kimliğinin ve “ötekine” olan temel yabancılaşmasının kısmen kendi bedeninden -özellikle kadının biyolojik üretim kapasitesinden-, kısmen de taşıdığı ve beslediği çocuk tarafından belirlenmiş, tarih öncesi bir iş bölümünden kaynaklandığını düşünmekteydi. Yani kadının bedeninin yabancılaşmadan miras kaldığını ve bir kadının hamilelik, kendini kendi bedenine bağlayan bir doğum ve içkinlik gibi fiziksel durumları deneyimlemesinin çok fazla enerji gerektirdiğini, bu sebeplerden dolayı da kadınların yaratıcı faaliyetlerle başa çıkma potansiyellerinin düştüğünü vurgulamıştır.

“Nasıl olur da insan, kendine uygun gördüğü rol uğruna, kendini ortadan kaldırır.”

Kadının annelik görevinden sorumlu olması, dört duvar içerisinde tutulmasına, yine aynı iç mekânın koruyucusu olma durumuna ve özel alanının sınırlandırılmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla kadının yaşamı, erkeğin çok boyutlu yaşamına göre daha tek boyutludur. Başka bir deyişle, erkek dışarı çıkıp kendini Homo Faber olarak keşfetmiş ve dünyaya hükmetmeye kalkışmıştır. Yine erkekler yeni şeyler üretip dış dünyayı kendileri için şekillendirirken, kadınlar aktivitelerini sürekli olarak içeride tekrarlamış ve üreme eylemini gerçekleştirmiştir. Beauvoir için erkek egemenliği, sahip olduğu fiziksel güçten ziyade, eylemdeki özne olmanın bir sonucudur. Bu noktada, bir erkeğin kendisine erkek olduğunun çocukluğundan hissettirilmiş olmasının avantajı, insan ilişkilerinde bir erkek olarak kaderi ile hiçbir şekilde çelişmemektedir. Karşılığında ise kadından –kadınlığını– sergileyebilmesi için kendisini bir obje ve kurban haline getirmesi istenir. Bu aslında kadının baskın özne olma çabalarını bir kenara bırakması anlamına gelmektedir. Kadınlar bu durumu asla kabul etmemelidir elbette, çünkü Beauvoir’a göre, kadınlara dayatılan bu ikincil rol, kaderin dayattığı bir rol değildir esasında. Ancak sözde “kadın yaratımı” adına, binlerce yıldır insanlığın yarısını oluşturan kadınlar ikincil bir konumda tutulmuştur. Beauvoir, bazı noktalarda kadınların içinde bulunduğu esaretinden sorumlu olduğunu da dile getirir. Zira ona göre kadınların büyük bir çoğunluğu sorumluluktan kaçınarak kendisine getirisi olabileceğini düşündüğü, birtakım kazanımlar adına söz gelimi eyleminden dolayı kabahatlidir. Yani “öteki” olmayı kendi isteğiyle kabullenmiştir.

Beauvoir İkinci Cins'e Varoluşsal Bir Yaklaşım
Fransız yazar, varoluşçu filozof, politik aktivist Simone De Beauvoir, Bobigny kürtaj yargılamasının Fransa’daki dönüm noktasında yer alırken. 1972. Artault Erwan—Sygma/Getty Images

“Kurtulmak için bir başkasına bel bağlamak, yıkılmanın en güvenli yoludur.”

Beauvoir, kadın özgürlüğünün baskıdan ve dışlanmadan bağımsız düşünülmemesi gerektiğini ve özgürlüğün sosyal olarak koşullu olduğunu dile getirir. Bir diğer deyişle, bireyin ezildiği durumlarda özgürlüğün imkânsız olduğunu vurgulamaktadır. Bu anlamda ontolojik özgürlük tek başına yeterli olamaz. Çünkü özgürlük çeşitleri birbirlerine bağlıdır. Özgürlüğün ontolojik boyutunun ötesinde pratik boyutunu vurgulayan Beauvoir’a göre, eğer bir kişinin özgürlüğü diğerinin özgürlüğüne bağlıysa, diğerinin müdahalesi ve saldırısına da açık demektir.

“Kadın, toplumsal açıdan üretime daha çok katılıp ev işleriyle daha az uğraştığı zaman özgürlüğe kavuşacaktır.”

Beauvoir, kadının özgürleşmesi ve kendini yeniden kanıtlaması için zorunlu olan bazı somut ihtiyaçlardan bahsetmiş. Bunlardan en önemlisi, içerebileceği tüm risklere, tehlikelere ve belirsizliklere rağmen, kadının kendi özgür seçimiyle kendisini aşmasına izin vermesi gerektiğidir. Kadının, sadece kişisel haklarından vazgeçerek özgürlüğe kavuşabileceği söylense de bu kadının vazgeçtiği şeyler düşünüldüğünde çok da mühim değildir aslında. Çünkü kadın, bir dünyadan vazgeçerek yeni bir dünyayı keşfetmek –veya fethetmek– istiyor. Ancak kadının içinde bulunduğu dünya maskulen olarak kaldığı sürece, kadın ancak kendisini erkeklerle kıyaslayarak mevcut durumunu aşabiliyor.

Yine Beauvoir’a göre, bir kadın tamamen özgürleştiğinde ne olacağı tam olarak kestirilemeyebilir. Ama kadının düşünce dünyasının bir erkeğinkinden ne kadar farklı olduğu ve bu ayrılıkların ne kadar önemli olabileceği aşikârdır. Cinsiyet ayrımcılığının ortadan kalktığı ve erkeğin değerinin bedelsiz üretimden elde edildiği gün, kadın kendi hikâyesi, sorunları, şüpheleri ve umutlarıyla insanlığın değeri üzerine durup düşünebilecektir. Ancak o zaman işlerinde ve yaptıklarında sadece kendisini değil, tüm gerçekliği de ortaya çıkarabilecektir.

Yani uzun lafın kısası kadın kendisi için var olmaya başlar başlamaz, erkek için de var olmaya devam edecektir. Daha doğrusu iki taraf da birbiri için var olacaktır en nihayetinde. İki cins de hem birbirlerini özne olarak kabul edecek hem de karşısındaki varlık için “öteki” kalacaktır. İlişkilerinde karşılıklılık, insanların iki ayrı kategoriye bölünmesinin sonuçlarını yok etmeyecek olsa da insanlığın yarısının köleliği ortadan kalkacak ve ancak o zaman sözde varlıkların gerçek birer anlamı olacaktır. Sonuçta birbirimizden farklıyız ve farklı kalacağız. Fakat kadın ve erkek arasındaki tüm bu farklılıklar birini diğerinden daha ‘niteliksiz’ kılmaz. Tam aksine ‘öteki’ne kazandırdığı nitelikler ile ortak bir noktada buluşularak uyum içinde tamamlanmayı sağlar. Hatta biraz da şanslıysak birbirinden farklı doyum ve haz noktalarına dokunmayı başararak varoluşumuzun getirdiği ayrılıklarla mücadele etmek yerine, kim bilir belki de bir bütünü var etmeyi mümkün kılabiliriz. Öyle değil mi?

 

Yorum Yap

Your email address will not be published.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR