La belle ville, Paris… Ah güzel şehir ah, her ne kadar son zamanlarda epey dejenere olsan da hala çok güzelsin. O halde bu yazımız Paris’e gideceklere gelsin. Benim yerime de gezin…
1. Sacre- Coeur
Öncelikle yazıma herkes gibi Eiffel ile değil, nam-ı diğer Aşıklar Tepesi ile başlamak istedim. Burası adını görselden de anlayabileceğiniz üzere Sacre- Coeur Bazilikası’ndan almakta ancak bazilika adını nereden alıyor derseniz… Sacre- Coeur kelime anlamı olarak “Gizli Kalp” anlamına gelmektedir. Zamanın birinde zengin bir kızımız, fakir bir çocuğa aşık olur. Klişe bu ya, babası kızı çocuğa vermez. Kız üzüntüsünden manastıra kapanır, hastalanır. Rahibeler de kızla bu genç aşığımızın yalnızca burada, bu manastırda gizli gizli görüşmesine izin verirler. İşte bu bazilikamız bugün “Gizli Kalp”lerin buluşma noktasıdır. Bazilika, Roma ve Bizans mimarisinin muhteşem bir örneği. Enteresan bir şekilde Barok mimari öğelerini de bulunduran Bazilika’nın özellikle su giderlerine hayran kaldım. Evet yanlış duymadınız, giderlerine hayran kaldım Sebebi ise, bu su giderlerinin antik bir mitolojik öğe olan ejderha heykelcikleriyle sağlanması. Ayrıca bölge ile ilgili bilgi verecek olursak da Sacre-Coeur’un altındaki hediyelikçiler Fransa’nın en uygun hediyelikçileridir ve pazarlık yapmanız da mümkündür. Paris’ten magnet, kupa, tshirt vs. almak istiyorsanız burası hariç her yerde kazıklanırsınız benden söylemesi Bir de Sacre- Coeur’un altındaki atlı karıncada retro temalı fotoğraf veya boomerang çekmeyeni dövüyorlarmış ona göre.
2. Montmartre
Şimdi 500 m kadar bir mesafe kat ederek Sacre- Coeur’un hemen arkasından Montmartre’a geçiyoruz. Paris’in bana kalırsa en güzel yeridir. Hepimiz Champs-Elysees (Şanzelize)’yi, Eiffel’i duymuşuzdur ama Montmartre’ın önemi yeterince vurgulanmıyor gibi geliyor bana. Gerçi Fransız, Montmartre’ın değerini bilir. Bakınız Charles Aznavour La Boheme’de Montmartre’ın güzelliğini öyle harika vurgular ki, şu dizelerle anlatır:
“Montmartre en ce temps-là accrochait ses lilas,
Jusque sous nos fenêtres”
“Montmartre o zamanlar pencerelerimizin altına kadar
Sarkıtırdı leylaklarını”
Tabii şimdi leylak pek kaldı mı kalmadı mı bilmiyoruz ama “Ressamlar Tepesi” olarak anılan bu tepenin neden böyle anıldığını gider gitmez anlayacaksınız. Zira, hala sokaklarında yüzlerce ressam resim yapmakta; onlarca müze ve galeri gezme şansını size tanımakta Montmartre. Tabiri caizse “Eski Paris”in kokusunu doya doya içinize çekebileceğiniz yegane yerdir bu tepe. Aynı zamanda da Paris’in rakımı en yüksek olan tepesidir. Gitmişken tepedeki krepçilerden muhakkak krep yiyin bu arada, çikolatalı krepleri efsane “Oh be işte geldik!” diyorsunuz.
3. Cafe des 2 Moulins
Montmartre’dan yavaş yavaş aşağıya inmeye başladık… Bir de ne görelim! Meşhur Amelie filminin çekildiği kafe hemen sağımızda. Filmin sıkı bir hayranı olarak izlemeyenler varsa kesinlikle izlemelerini, izleyip sevenlere de bu kafede kesinlikle oturmalarını tavsiye ederim. Zira kafe sahipleri o kadar çok turist akınına uğruyorlar ki artık birazcık bıkmışlar ve içeride fotoğraf çekmenize izin vermiyorlar. Ancak oturmak isterseniz bu imkanınız var tabi, yok istemiyorsanız da önünde bir fotoğraf çekilin derim kesinlikle.
4. Moulin Rouge
Amelie rüyasından çıktıktan hemen sonra Clichy Bulvarı’na çıkarken sağımıza dönüyoruz ve karşımızda meşhur kabare; Moulin Rouge! 19. yüzyıl sonlarında yapılan bu yer, aslında bir özel teşebbüs olmasına rağmen Paris’in ve Fransız kültürünün simgelerinden biri haline gelmiştir. Üzerinde kırmızı yel değirmeni, eğlenceli ve seksi şovları, yetişkinlere yönelik eğlenceli danslarıyla burayı kesinlikle görmelisiniz. Birçok yazıda burası bir eğlence merkezinden çok, “yaşayan bir müze” olarak tanımlanır. Gerçekten de “yaşadığını” inkar edemeyiz sanırım.
5. Arc de Triomphe
Şehrin bohem kısmından biraz uzaklaşıp merkeze geldik sonunda. Champs- Elysees’yi boylu boyunca geçtikten sonra caddenin sonunda bizi karşılıyor meşhur Zafer Takı, Arc de Triomphe. Bu takın en önemli özelliği dünyadaki en büyük Zafer Takı olmasıdır. 1806’da Napolyon’un Austerlitz zaferi şerefine dikilen anıt, Paris’in en önemli simgelerinden biridir. Gittiğinizde kesinlikle görmeniz gereken yerlerden biri tabi ki.
6. Notre Dame Katedrali
Birçoğumuz Victor Hugo’nun meşhur kitabı Notre Dame’ın Kamburu’nu okumuş ya da müzikalini duymuştur. Öyle ya da böyle Quosimodo’yu Notre Dame’ın Kamburu yapan, Victor Hugo olduğu kadar; Notre Dame’dır da tabii. Kelime anlamı olarak “Bizim Kadınımız” anlamına gelen bu katedral, adından da anlaşılacağı üzere Meryem Ana’ya ithaf edilmiş dünyaca meşhur bir katedraldir. Seine Nehri’nin kıyısında bulunan bu katedral değil “Paris’te Görülecekler Listesi”nde, “Ölmeden Önce Görülecekler Listesi”nde bile olsa yeridir.
7. Lüksemburg Bahçeleri
“Ya Eda Paris’e gitmişiz park, bahçe mi gezdireceksin bize?” demeyin. Bu bahçe, öyle bildiğiniz bahçelerden değil. 1612 senesinde Florentin Boboli bahçesinden örnek alınarak yapılan bu bahçe, Marie de Medicis için inşa edilmiş. 25 hektarlık alana sahip olan bu bahçede; Fransız ve İngiliz bahçe sanatından örnekler, havuz, geometrik bir orman 106 heykel ve çocukların keyif alabileceği oyun alanları da bulunmakta. Paris’e çocuğuyla gidip, biraz soluklanmak isteyenlerdenseniz; “gerçekten nefes alabileceğiniz” bir yer.
8. Palais Garnier
Yapımı tam 14 yıl süren ve 1975 senesinde tamamlanan, 1979 koltuklu Paris’in meşhur operası. “Capucines Salonu” olarak da bilinen bu bina, Capucines Bulvarı’nda bulunmasından dolayı bu ismi almıştır. Neo- Barok ve İkinci İmparatorluk Dönemi mimarisiyle inşa edilen bu yapı en az Louvre ve Eiffel kadar Paris’in sembolleri arasında yer alır. Binanın dışı kadar içinin de tam bir görsel şölen olmasından dolayı, burayı da görmenizi kesinlikle tavsiye ediyorum.
9. Louvre Müzesi
Elbette ki Louvre Müzesi’ni görmeden Paris’ten ayrılırsanız, içinizde büyük bir pişmanlıkla ayrılacaksınız demektir. Antik Mısır’dan Roma’ya, Bizans’tan Rönesans’a dünyanın en meşhur eserlerinin birçoğunu bünyesinde bulunduran Louvre’u gezmek için 1 tam gün yetmez aslında. Ama şahsi tavsiyem gitmeden önce, özellikle görmek istediğiniz bölümleri belirleyip bunlar doğrultusunda bir planlama yapıp minimum 3 saatinizi ayırmanız. Salı günleri müzenin kapalı olduğunu özellikle hatırlatarak biletinizi önceden internetten almanızı öneriyorum ancak bu noktada çok önemli bir duyuru yapacağım. Bildiğiniz üzere internette Louvre’un biletini satan birçok firma var ve biz bir hata sonucu biletimizi getyourguide.com’dan aldık. Yaptığım en büyük hatalardan bir tanesiydi, zira dolandırıldık. Ortada ne bilet vardı ne de biletçi. Yağmurun altında tam 6 saat aranarak biletimizi bekledik; gelmedi. Bende üzücü bir anısı olan Louvre’un umarım sizde güzel anıları olur ve özellikle Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sını görme şansını yakalarsınız.
10. Eyfel Kulesi
Neden yazıma Eyfel’le başlamadığımın cevabıdır tam da burası. Zira en sevdiğim yemekleri sona bıraktığım gibi, en sevdiğim yerleri de en son yazarım Paris’e hatta Fransa’ya gidip de, Eyfel’e gitmemek olur mu? Adını Gustave Eiffel’den alan bu kule, aslında Fransız Devrimi’nin 100. yılını kutlarken Paris Fuarı’nın giriş kapısı görevini görmesi için yapılmış; daha sonra radyo kulesi olarak kullanılmıştır. Guy de Maupassant gibi birçok yazarın, ressamın ve sanatçının hiç sevmediği bu kule; yıllar sonra yıkılması planlanmasına rağmen uğradığı turist akımıyla yıkılmamış ve enteresan bir şekilde şehrin, hatta Fransa’nın simgesi haline gelmiştir. Maupassant bu kuleden öylesine nefret eder ki, her öğlen yemeğini kulenin en üst katındaki restoranda yer ve nedenini soranlara “Kulenin gözükmediği tek yerin burası olduğunu” söyler. Birçoğunun “Demir Yığını” olarak tanımladığı bu kule, birçok insan içinse aşkın sembolü, Fransa’nın simgesi ve Paris’i “Paris” yapan yegane öğedir. Şahsi fikrim ise, anlatılan ve görünenden çok daha küçük olduğu yönünde. Ancak manzarasına diyecek yok tabi. Bence kesinlikle birazcık paraya kıyın ve kulenin en üst katına çıkın, Paris’in güzelliğinin farkına işte tam o zaman varacaksınız