Günler geçti, uzunca bir süre yazamadım. Düşümdeydi kafam. Kendimi bulma çabasında inzivadaydım aklımca. Aşıktım da şimdi sanki. Ondandır belki yazamadım.
Gelgelelim bu yaşadıklarım gibi garip ve bir o kadar da ilginç bulduğum bir konu başlığı olan “aşk” kavramına.
Özellikle, yazarların ne düşündüklerini daha önceki yaşantılarında ne gibi şeyler yaşadıklarıyla bağdaştırarak bu konuyu tamamlamaya çalışıyor olacağım.
Kendi adıma söylemek istiyorum ki; bu zamana kadar tanıdığım en güzel/güçlü insanlar yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı hayatlarında bir şekilde yaşamış olan ve düştükleri kuyunun dibinden çıkmış, yollarını kendileri bulmuş -bulmak zorunda kalmış-, romantik ve eğlenceli insanlardır.
Bu bahsettiğim kişiler, yaşamaya tam anlamıyla karşı bir güç gibi geliştirdikleri kendilerine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayış duygularıyla; nezaket, şefkat, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar. Ve bu insanlar öylece ortaya çıkmazlar, onlar oluşurlar. (Elizabeth Kubler Ross)
Örneğin; benim görüşümce sizin de nezdinizde Nilgün Marmara ne kadar özgün, güzel yazı yazmış olan, ne kadar güzel bir insandı.
İntiharından sonra “Şiir yazdığını bile bilmezdim. Bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı,” diyen eşine bir şiirinde şöyle seslenmişti Nilgün Marmara: “Yabancıların en yakınıydın sen.”
Buraya kadar yazdığım bütün her şeyi kendi yorumlarımı katarak anlatmaya çalıştım. Bu cümleyi yorumlama sırası ise sizde.
Art arda birkaç gece boyunca rüyasında sevdiği kadını gören Oğuz Atay, bu rüyaların hemen ardından gelen gece de sevdiği kadını rüyasında görebilmek umuduyla takım elbiseyle yatmıştı. Ve ne yazık ki o gece sevdiği kadının düğününde nikah şahidi olmuştu rüyasında.
Ben, bu gibi durumlarda açıkçası sadece işin sanat kısmıyla ilgili yorum yapmak istiyorum. Bizler, birer insan olarak hayatımıza bomboş bir tuval gibi başlıyoruz. Ve zamanla hayatımızın içine girip çıkan insanlar o tuvale renk katan şeyler oluyor. Aslında demek istediğim; bizi biz yapan şey şeyler bizim hayatımıza giren insanlar oluyor. Bence, en nihayetinde bizleri sanat dediğimiz şeyin içerisinde kendimizi bulmamıza itiyor bütün bu yaşanılan duygu karmaşaları.
Örnek verecek olursak; Cenevre’de “Boşluk” adı verilen heykel, evladının yasını tutan bir ebeveyn tarafından yapılmış, çocuğunu kaybettikten sonra bir ebeveynin ne hissettiğini tarif eden ve bence en etkileyici konumda olabilen eserlerden birisi.
Herkesin içinde, ama öyle ama böyle, bu denli boşluklar vardır. Eminim ki çocuklar da aynı hisleri ebeveynlerini kaybettiklerinde yaşarlar. Sözün tükendiği aciz kaldığı yerde sessizlik baş gösterir boşluk başlar.
Peki ya sanat?
Bence, sanat her daim konuşur. Hiç susmaz.
Zaten bu soruya benim cevap vermem biraz anlamsız olur. Bu heykelin anlattıklarının yanında benim söylemeye çalıştıklarım biraz kifayetsiz kalır.