Gece
Gündüz

Kafamızda Yarattıklarımız

28 February 2022
3 dk'lık okuma
Michelangelo
…Loading…

Açık konuşmak gerekirse ben bu aralar uzun uzun resimlere, heykellere bakmaya başladım yine…

Örneklerle ilerleyecek olursam; mesela adam yonttuğu mermere tam anlamıyla dokunma hissiyatı vermiş. Bence bayağı da gerçekçi olmuş.

 Burada görünen tül her an uçuşacakmış gibi sanki…

Ve/fakat dokunsan bildiğin taş.

Keza -bence- burada da öyle; sudaki şu şeffaflığa bir bakın… Dünya’daki en sert maddelerden birisini alıp böyle bir şeye dönüştürüyorlar… İnanılmaz…

Bu da Francesco Queirolo adında bir heykeltıraşın harikulade bir  işi. Mermeri sanki bir ağ gibi düğümlediği bu eser Napoli Sansevero Şapeli’nde sergilenmekte.

Yorumcuların düşüncesine  göre balıkçı ağından kurtulmaya çalışan bu adam, işin aslında günahlarından kurtulmaya çalışıyor. Hatta ağ gibi düğümlenen mermerin mermer olduğuna inanmayan bir Alman askerinin zamanında heykele vurup zarar verdiği anlatılıyor. 

Bir de tabi, Queirolo’dan yıllar sonra, 300 sene sonra yapılan şu işleri çok seviyorum! 🙂

 

Güzel ve yalnız ülkemizden her şeyde de olduğu gibi heykel sanatının da “zirvesi”… Her konuda olduğu gibi bu konuda da şüphesiz Rönesansımızı yaşıyoruz….

Michelangelo’nun -bence- çok ilginç bir hikayeye sahip ‘dünyaca’ ünlü çok güzel bir resmi var. 

Hikayesi bir yana, ilginç bir de ters köşesi var tabii. Kısaca ondan söz etmek istiyorum…

Dönemimiz 16. yüzyıl… O zaman Papa dünyadaki en güçlü lider ve tabii kiliseye karşı gelmek imkansız… İdamlar, cellatlar, aforozlar havada uçuşuyor. 

Papayla arası çok iyi olan Raffaello Sanzio adında bir ressam var. Haliyle o dönemde Vatikan’daki her resim ihalesi kendisine gidiyor üstadın. O zamanki Papa II Julius tutturuyor ki Sistina Şapeli’nin tavanı boyansın, üstüne de böyle güzel bir resim çizilsin. 

Peki ya bu Sistina Şapeli ne? 

Bir nevi Vatikan’ın beyaz sarı gibi düşünülebilir -bence-. Papa’nın neredeyse tüm zamanını geçirdiği, çalışmak için zaman harcadığı, konuklarını ağırladığı ve tabii en çok vakit geçirdiği yerlerden biri. Tabii Vatikan Ressamı fazlasıyla meşgul. O yüzden bu iş için biçilmiş kaftan arkadaşı Michelangelo’yu öneriyor.

Bir kere en başta Michelangelo aslında bu işte bulunmaya pek sıcak bakmıyor. Ama doğal olarak para kazanmak ve hem de Papa’ya karşı gelmemek için işi kabul etmek durumunda kalıyor. Ama bu adam enteresan bir adam. İnsanı -neredeyse- bütün kıvrımlarıyla, tüm hatlarıyla, daha iyi incelemek için kadavra “çalıp” onu incelemeyi göze alan bir adam. (Aynı zamanda da bir heykeltıraş. Hatta çok çok iyi bir heykeltıraş. Meşhur Davut heykeli de ona ait…)

Dört yılın ardından Şapeli’in tavanına çok güzel bir resim yapılır Michelangelo tarafından. Sonra ismi “Adem’in Yaratılışı” konur; gören herkes -doğal olarak- hayran kalır.

Ressam da bu durum aracılığıyla ciddi bir şan, şöhret ve para kazanır.

Resimde tasvir edilmeye çalışılan şey İncil’de de yazıldığı gibi, Tanrı kendi suretinden Adem’i yaratır ve bu sırada yanında Havva ile birlikte henüz ortaya çıkmamış olan insan ırkı bulunur. Bir nevi her şey olması gerekene yakındır diyebiliriz…

Ancak –işler tam da bu noktada biraz enteresanlaşmaya başlıyor– yıllar geçer ve anatomide, biyolojide ilerleriz. Artık insanın organlarının ve en başta beyninin tam olarak neye benzediğini daha iyi biliyor duruma geliriz ve Michelangelo’nun resimdeki beyin tasvirini/detayını fark ederiz. Tanrı figürünü insan beynine oturtan Michelangelo, Adem’in değil Tanrı’nın yaratılış anını tasvir etmiştir aslında….

Ve böylece -kimi yorumculara göre- tanrının insan beyninden çıkan bir hayal, bir mit olduğunu söylemek ister -bence-. İşin -kendi adıma- en ilginç kısmı ise bunu yüzyıllar önce Vatikan denen yerin tam ortasına çizdiği Fresk tarzı bir eser ile söylemiş olması. 

Bir bakıma belki de bazı şeyleri kendi kafamızda yaratmak eğilimine bağımlıyızdır… Tanrı, aşk, nefret, hüzün, melankoli, sevinç gibi şeyleri…  Yani bir bakıma üstadın, Michelangelo’nun yaptığı şey sistemle mücadeleyi sistemin içinden vermektir -bence-. Takdire şayan. Ben yeni öğrendim… Bilin istedim. Buraya kadar okuduysanız bir teşekkürü borç bilirim. Eyvallah : )

Uras Yurdagül

İnsanlar nasıl nefes almak, yemek yemek zorundaysa ben de yazmak zorundayım. İlk gençliğimde nelere ilgi duyduğumu görebilmek ve sevdiğim şeyi yapmak hoşuma gittiği için yazıyorum.

Yorum Yap

Your email address will not be published.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR