“Sanırım dünyanın sorunu şu: kimse gerçekten ne hissettiğini söylemiyor, her zaman içlerinde tutuyorlar. Üzgünler ama ağlamıyorlar. Mutlular ama dans etmiyor ya da şarkı söylemiyorlar. Kızgınlar ama bağırmıyorlar. Çünkü eğer böyle yaparlarsa utanmış hissedecekler ki bu da dünyanın en kötü duygusudur. Bu yüzden insanlar kafaları aşağıda yürüyorlar ve gökyüzünün ne kadar güzel olduğunu kimse görmüyor.”
Açıkçası yukarıdaki alıntının kime ait olduğunu hatırlamıyorum. Belli ki bir yerlerde denk gelmiş ve kaydetmiştim. Tıpkı pek çok şeyi hatırlamıyor ve bilmiyor oluşum gibi. Bilmiyordum. Bu öyle gelişigüzel bir bilememek değildi hem. Nasıl düşünülmesi gerekir bilemiyordum bazen. Sanki bana tüm o yerinde ve akıllıca kararları aldıran benliğim benden ayrılmıştı da boşluğun ta kendisi olmuştum. Ben, kendim karmakarışıktım. Bir tarafım olabildiğince huysuz ve tükenmiş, diğer tarafım ise içindeki coşkuyla ne yapacağını bilmiyor, ve içten içe gerçekleşmesi muhtemel mucizelere inanıyordu. Bu iki uç arasında kendini feda eden ise, yine ben oluyordum. Bazen insanların yanında alabildiğine keyifli ve neşeliydim ama kendi kendine kalmak rahatlığından da vazgeçemiyordum. Hem yeni ve el değmemiş şeylere imrenerek bakıyor, hem de kırılmış ve kullanılmış olanların arkasındaki hikayelere hayranlık duyuyordum. Yine de kırılmış olanların kederli güzelliğine daha çok inanıyorum. Onlarca yıllık mutluluk ve trajedinin beraberinde getirdiği hikayeler belki de onları daha özel kılıyordu. Özellikle de bu hikayeleri bilmemek, bilmiyor oluşun verdiği o inanılmaz hazdı belki de beni onlara böylesine yakınlaştıran. Bazen bilmiyor olmak veya bunu dile getirmemek tüm o duyguları canlı tutmanın bir yolu gibiydi.
Ekseriyetle ‘mutluluk’ kavramını arıyor veya yaklaşmaya çalışıyoruz. Kimi zaman rastgele çalan bir şarkıda, belki uzun zamandır görmediğimiz birinin keyifli sohbetinde, kimi zaman da bize bakan parlak bir çift göz bebeğinin içinde. Sakinlik istiyoruz bazen, onca kalabalığın içinde hissedilen türden bir sakinlik. Derinlerde yüzmek istiyoruz. Okyanusvari bir derinlikten bahsediyorum. Oysa ben denizden dahi korkarım. Sonsuzluğu andıran o mavilik ürkütücü gelir bana. Belki de bu yüzden şarabın kırmızısı hep daha güvenli gelir insana. Bana sorarsanız, mutluluk deyimine en çok ruhumun yorgunluğunu hissetmediğimde yaklaşıyordum. Belki de, yalnızca, boşlukta kendini kaybetmekte olan ürkek vücudumun zemine değmesini istiyordum. Güvende hissedebileceğim bir zemine. Belirsizliğin olmadığı bir yer belki. Zihnimde şöyle bir soru belirdi o an. Belirsizliğin olduğu yerde mutlu olunabilir mi? İnsan varlığının hafifliğini hissedemediği bir yerde mutlu olabilir miydi? Çünkü, böyle yerler insanı anlık da olsa kendinden, kendi düşüncelerinden alıkoyar biraz, biraz da derin bir nefes alabilmek için vakit kazandırır.
“İnsan yaşamı alaya alınmayacak kadar hüzünlü ve ciddidir.” -Fernando Pessoa
O gün yağmur yağıyordu. Halbuki güne nasıl da güneşin tenimde hissettirdiği sıcaklıkla başlamıştım. Ne zaman yağmur yağsa, vücudum, özellikle de avuç içlerim terlerdi. Buna nasıl engel olunur bilmiyorum. Hoş, ne vücudumun ne de avuç içlerimin neden terlediğine dair de pek bir fikrim yoktu ya. Ben, en azından avuçlarımı ceketime silerek kurutmaya çalışırken, tüm vücudum daha çok terliyordu sanki. Tıpkı düşüncelerimden kendimi sıyırmaya çalıştığımda olduğu gibi. Bazen ne düşünüyorum biliyor musunuz, keşke tüm duygu ve düşüncelerimi, tüm bu hissettiklerimi, koyduğum tüm noktalama işaretleri gibi ayrı tutabilseydim birbirinden. Virgül koyduğumda gerçekten nefes alabilsem mesela, nokta koyduğumda ise gerçekten bitirebilseydim düşünmeyi. Sözcüklerle anlatılamayacak durumumun altında eziliyor, kayayı mütemadiyen yuvarlamaya çalışacakmışım gibi hissediyordum. Bir yandan da avuç içlerime bakıyordum. Oysa başımı yukarı doğru kaldırdığımda karşılaştığım manzara öyle güzeldi ki, bir yerden bir yere yetişmeye çalışırmış gibi uçuşan kuşlar, hayal gücümle Dali’nin tablolarıyla yarışır gibi şekilden şekile soktuğum bulutlar, bir de ıslanmış gökyüzünün köşelerinden fırlayan ağaç dalları ve güneşin tüm bu detaylara kazandırdığı alacalı renkler. Ne zaman hararetle yürüyor olsam bir an için kafamı göğe doğru kaldırır, gördüğüm tüm bu güzelliklere karşı gülümsemeyi ihmal etmezdim. Sonra bir saniye için durup düşündüm. Gözümün gördüğü tüm bu detayların, en önemlisi de parlaklığıyla bana sakin bir sıcaklığı tattıran güneşin huzurunda işlediğim tüm o kabahatleri. Ruhum fena halde incinmişti o an. Neyse ki düşüncelerim, yeryüzünün (ve elbette benliğimin) tüm nankörlüğüne rağmen iki omuz arasındaki mesafede paramparça olmuş fakat korunmuş durumdaydı. Onlarla mücadele vermesi gereken tek kişi, yine bendim. Her şey kafamın içindeydi. Ruhumun en ücra köşelerinde hissettiğim yorgunluk, başımı bir an için yukarı kaldırıp gördüğüm güzelliklerle neşelenmişti. Ve sevilmiş olmanın umudu yine bir yerlerde kalbimize dokunmayı başarmış kirpiklerin birbirine değişindeki güzellikteydi. Hatta bazen bilinmezliğin kendisinden aldığımız haz da, derinlerde sakladığımız yaralarımızın içinde bulunan dayanıklılıkta saklıydı belki, kim bilir…