90’lı yıllar metal için atlatması zor olsa da oldukça verimli yıllardı. Grunge’ın etkisinin piyasa üzerine dağılmış olması ile yaşanan kimlik karmaşaları, grupların orta yaş krizleri derken zorluklar büyümüştü. Yine de bu zorluklar sayesinde değişerek büyümeye devam eden sert mi sert müziğimiz bize yine dopdolu bir 10 yıl yaşattı. Şimdi gel de seç aralarından en iyilerini. Umarım kimseyi üzmem. Muhtemelen üzdüm.
’90
Megadeth “Rust In Peace”
Takip edenler:
Judas Priest “Painkiller”
Pantera “Cowboys From Hell”
Slayer “Seasons in the Abyss”
Anthrax “Persistence of Time”
Entombed “Left Hand Path”
Üzmeye buradan başlamış olabilirim. Rust In Peace’in başarısını ve müzik dünyasına kattıklarını takdir etmeyen müziksever yoktur eminim. Fakat Judas Priest’in en önemli albümlerinden biri olan Painkiller’ın bu yıl altını kucaklayamıyor olması üzücü. Birincimiz ve peşinden gelen diğer tüm albümler baştan sona bomba etkisi taşıyan eserler. Metalin 80’lerden aldığı kuvvetle daha 90’ların başından bu kadar ileri atılması geleceklerin sağlam kanıtıydı.
Rust in Peace ile Megadeth, Peace Sells ile hak ettiği yerini iyice sağlamlaştırdı. Belki de “Killing is My Business” kaydedilirken bu kadar kısa sürede bu denli bir başarıyı kimse Mustaine ve tayfasından beklemiyordu. Bu gibi düşüncelere sahip olanlar daha ilk parçadan yanıldıklarını anladılar elbette. “Holy Wars”, “Hangar 18” ve “Tornado of Souls” Megadeth’in en iyi parçaları arasında kabul görür ve onlar olmadan konser tamamlanmaz. Bu hala böyledir. Ayrıca enerjisi kalıbına sığmayan “Poison Was the Cure” ve büyüleyici “Five Magics” gibi parçalar da değeri yıllar geçtikçe artan güzelliklerden. Megadeth, 90’ları harika bir albümle açıyor arkadaşlar.
’91
Metallica “Metallica”
Takip edenler:
Death “Human”
Sepultura “Arise”
Overkill “Horrorscope”
Entombed “Clandestine”
Hemen arkasından da 62 dakikalık mühendislik harikası sound’u ile The Black Album geliyor. 90’lar ile Metallica’da farklı rüzgarlar esmeye başladı. Bunun ilk etkisini burada, The Black Album’de görebiliriz. Peki nedir bu farklı rüzgarlar? Açıklayalım: Metal devi Metallica’nın önceki dört albümünün her biri kendi içinde keskin farklılıklara sahip olsa da çizgileri birdi. “Kill ‘Em All”un thrash sound’unun “Ride the Lightning üzerindeki etkisi çok büyüktür. Aynı zamanda RtL ile olgunlaşmaya başladıklarının etkisini de “Master of Puppets”da görüyoruz. Metal müzik için bir kilometre taşı olan MoP ile sağlamlaşan Metallica kuvveti belli aksaklıklara uğrasa da “…and Justice for All”da kendini fazlasıyla gösteriyordu. The Black Album ise grubun thrash köklerinden tamamen uzaklaşması doğrultusunda sağlam bir heavy metal albümü olarak karşımıza çıkıyor. Bu yüzden zamanın deli hayranlarını büyük hayal kırıklığına uğratmış olsa da The Black Album yalnızca tüm zamanların en çok satan albümlerinden değil, tüm zamanların teknik açıdan en doğru albümlerinden biri oluyor. Bob Rock ile çalışmaya başlayan Metallica biraz değişiklik geçirse de sapasağlam tank gibi ilerlemeye devam ediyor.
Burada Death yerine Metallica’nın altını kapmasında benim Metallica hayranlığımın bir etkisi yok. Daha önceki yazımdaki bu uyarıyı tekrarlamam biraz şüpheli görünüyor farkındayım fakat emin olun objektif bakmak için çok çabaladığım bir sıralama bu. Ki “Human” benim için yapılmış en iyi death metal albümlerinden biridir. Eminim birçok death metal hayranı da benimle aynı düşünceyi paylaşıyordur. Benim için çok zor geçen bir karşılaştırma sonrası buradan galip çıkan ise Metallica oluyor.
’92
Pantera “Vulgar Display of Power”
Takip edenler:
Dream Theater “Images and Words”
Megadeth “Countdown to Extinction”
Alice In Chains “Dirt”
Rage Against the Machine “Rage Against the Machine”
90’lı yıllar müzik piyasasına iyi davransa da şu ana kadar bana zorluk yaşattı hep. 92 yılı da çok farklı olmadı. Megadeth’in The Black Album’ü olarak gördüğüm “Countdown to Extinction” ve Dream Theater’dan favori albümüm “Images and Words” burada. Fakat en başta duran “Vulgar Display of Power” adı gibi öyle kuvvetli bir albüm ki bana başka seçenek bırakmıyor. Pantera, albümünün içeriğini nasıl dizmişse adı da öyle seçmiş belli ki. Adeta karşımızda bir kaba güç gösterisi var. Olayın garip yanı da bu güç gösterisinden keyif almamız. Ağzımıza yumruk yemenin en eğlenceli yoludur Vulgar Display of Power. “Mouth For War” bir açılış parçası nasıl olmalıdır konusu için örnek teşkil ediyor ve derslerde gösterilebilir nitelikte. Devamında gelen 52 dakika boyunca insana neye uğradığını şaşırtacak riffler mevcut şu gördüğünüz albümde. Ayrıca söylemeden geçemem, The Black Album nasıl bir mühendislik harikasıysa, Vulgar Display of Power da öyle. Bu ikisi kadar kulağa güzel gelen sound kolay bulunmaz. “Walk”, “Fucking Hostile”, “This Love” derken elimizde ne harika bir albüm tuttuğumuzun farkına varıyoruz. Evet, tartışmasız farkına varıyoruz bunun.
Images and Words, yukarıda da söylediğim gibi, benim için özel bir albüm. Burada birinciliği veremiyor olmak içimi acıtmıyor değil. Çoğu Dream Theater hayranı favori albümü söz konusu olunca”Metropolis Pt. 2″ cevabını verse de Images and Words’ün atmosferi ve yakalayıcılığı çok başkadır benim için. Countdown to Extinction’ın başarısı için de söylenecek söz yok. Rust In Peace’ten sonra bir boşluğa düşülür mü şüphelerini tamamen boşa çıkaran bir albüm. Megadeth’in değişmeyen klasiklerinden “Symphony of Destruction”ın burada adı çok geçse de benim için Megadeth’in en başarılı parçalarından biri olan “Architecture of Aggression”a da sahip bu albüm. Kesinlikle Megadeth’in kariyerinin en iyileri arasında.
’93
Tool “Undertow”
Takip Edenler:
Type O Negative “Bloody Kisses”
Death “Individual Thought Patterns”
Sleep “Sleep’s Holy Mountain”
Carcass “Heartwork”
Cynic “Focus”
93 oldukça kalabalık bir yıl. Tool’un ilk albümü olan (“Opiate” bir EP, unutmayalım) “Undertow” belki burada biraz alışılmışın dışında bir seçenek olabilir. Şöyle düşünmek lazım; alışılmış bir seçenek olması mı gerekiyordu? Tool, kataloğunda kötü albüm barındırmayan bir grup. Her birinin içeriği bambaşkadır, yerleri çok ayrıdır. Bizim zamanımızda müzik yaptıkları için minnettar olmalıyız. Undertow’da adeta grup elemanlarının her biri kendi yeteneklerini ortaya döküyor. Biz buyuz demenin aşırı sanatsal ve havalı bir yolu. “Prison Sex”, “Sober” ve “Flood” klasik konumunda parçalar ve albümün bütün olarak ne kadar iyi birleştirildiğinden bahsetmeye gerek bile yok, Tool bu.
Type O Negative’in “Bloody Kisses” ile ortaya çıkardığı müzikal ziyafet bahsedilmeden geçilmeyecek kadar önemli. Ayrıca yarattığı o kadar olaydan da anlaşılacağı üzere herkese hitap eden bir albüm değil. “Christian Woman” hala tartışılan bir parçadır. Gerek sound’u gerek yakaladığı atmosferi olsun, Bloody Kisses muazzam bir albüm. Dinledikçe Peter Steele hala aramızda olsaydı dedirtecek bir eser. Müzik piyasasında derin sesli müzisyenler nadirdir ve Steele kesinlikle başı çekiyor.
’94
Dream Theater “Awake”
Takip edenler:
Pantera “Far Beyond Driven”
Korn “Korn”
Megadeth “Youthanasia”
Amorphis “Tales From the Thousand Lakes”
Machine Head “Burn My Eyes”
Yine kalabalık ve zor bir yılda bu sefer taç Dream Theater’a gidiyor. “Awake”in hak ettiği değeri görmüyor olması beni üzüyor. Dream Theater’ın uzun zaman önce değiştirdiği o harika atmosferi barındıran son albüm. Kariyerleri boyunca inanılmaz albümlere imza atmış bu adamların işleri arasında Images and Words ve Awake’in değerini tam anlamıyla anlayan azdır. Sadece Petrucci’nin gitar tonu bile alıp baş tacı yapmaya yeter şu albümü. Ayrıca Awake, Kevin Moore’un gruba neler kattığını ve ondan sonra nelerin eksildiğini her saniyesinde gösteren bir albüm. Tek bir örnek isterseniz “The Mirror”ın başındaki tempo değişikliği ve klavyenin girişiyle parçanın bambaşka bir hale gelmesine şahit olmanız yeterli. Tabi Kevin Moore deyince hala aklımda “Space Dye-Vest” yankılanır.
Pantera’nın inanılmaz albüm serisinin bir sonraki ayağı olan “Far Beyond Driven” groove metalin en iyi işlerinden biri olurken Korn da çıkış albümüyle metali bambaşka bir hale sokarak 94’ü sallıyordu. Yani anlayacağınız 94’te çok şey oluyordu. Megadeth’in değeri hala anlaşılmamış albümü “Youthanasia” (ve değeri hala anlaşılmamış şaheseri ‘Train of Consequences’) ve Amorphis’in atmosferde zirve yaptığı “Tales From the Thousand Lakes” metalin bir miktar değişse de eski tatlardan muazzam eserlerin bulunabileceği bir müzik tarzı olduğunu kanıtlıyordu. Machine Head’in inanılmaz çıkış albümü “Burn My Eyes”, Pantera’nın müziğine benzer tınılar yakalayıp da onunla aynı senede adını duyurmayı başardığı için takdire şayan, harika bir albümdür.
’95
Death “Symbolic”
Takip edenler:
Opeth “Orchid”
Fear Factory “Demanufacture”
Rammstein “Herzeleid”
At the Gates “Slaughter of the Soul”
My Dying Bride “The Angel & The Dark River”
“Symbolic”, baştan sona dinlenirken zamanı adeta suya katıp götüren bir albümdür. Kötü bir albüm asla olmasa da “Spiritual Healing” ile ufak bir yanlış adım atan Schuldiner ve saz arkadaşları, sonrasında gelen iki harika albümle piyasayı death metale doyurmuşlardı. Hal böyle olunca Symbolic bu doyum üzerine harika bir tatlı diyebiliriz. “Crystal Mountain”, “Zero Tolerance” ve “Empty Words” asla kafamdan atamadığım parçalardır. Bunu söylerken belirtmek de isterim ki albümde bir tane bile atlanacak parça bulamazsınız. Her Death hayranının favorisi başkadır burada. Bu da kaçınılmaz başarıyı ortaya koyan bir nokta değil midir zaten?
Ayrıca bu yılın benim için önemi, Opeth’in ilk albümü “Orchid”i yayınladığı yıl olmasıdır. Mikael Akerfeldt’in Opeth ile tarih sahnesine çıkışı unutulacak bir an değildir. Orchid her ne kadar Opeth’i tam olarak yansıtamasa da, yapılmak istenileni harika bir şekilde gözler önüne seren bir progressive death metal albümü.
95 yalnızca Opeth için değil, Rammstein için de ilk adımların atıldığı yıl. “Herzeleid”, her albümle bambaşka zirveler tanıyan Rammstein’ın kataloğunda altlarda kalsa da bu harika bir çıkış albümü olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ayrıca muazzam prodüksiyonu ile bir endüstriyel kaydın nasıl olması gerektiğini öğretir nitelikte bir albüm.
’96
Tool “Ænima”
Takip edenler:
Opeth “Morningrise”
Pantera “The Great Southern Trendkill”
Type O Negative “October Rust”
Edge of Sanity “Crimson”
Sepultura “Roots”
“Aenima”nın benimle yaşıt olması gurur verici. Bomba gibi gelmişiz. Tool için kariyerinin ikinci albümü, insanlık için devasa bir adımdır Aenima. Undertow’da yaşadığınız büyülenme (büyülenmediyseniz çok da geç kalmayın artık şakası bile komik değil) Aenima’da yaşayacağınız şaşkınlığa dair aslında uyarı bile değil. Aenima, devasa bir albüm. Tool, ilk albümleri ile progressive esintileri taşıyan bir tarz icra eden dört kişilik bir gruptu. Hala dört kişiler fakat Aenima sağ olsun artık dünyada isimlerini duymadan kalmadı. Progressive esintiler ile kendi ilhamlarını harmanlayan (tarif edecek başka kelime bulamıyorum) ve ortaya adına alternatif metal diyebileceğimiz bir tarz ortaya çıkaran inanılmaz müzisyenler aslında bu albümle bile birkaç sene sonraki bomba adımlarına hazırlıyorlardı dünyayı. Dünya daha farkında değildi. “Forty Six & 2”, “Pushit” ve “Third Eye” gibi devasa parçalar Tool’un bir sonraki adımının nasıl olacağını belli eder nitelikteydi. “Eulogy”, “Stinkfist” ve “Aenema” da Undertow’dan esintiler taşıyan alnından öpülesi parçalar olarak tarihe geçmişti.
Opeth’in “Morningrise”ı kafa karıştırdığı kadar büyüleyen bir albümdü. 5 parçadan oluşan (Eternal Soul Torture, deluxe versiyon ile gelen bir demo olduğu için bu cümleye katmadım), bu haliyle bile bir saati aşan ve “Black Rose Immortal” gibi dinledikçe ilham alınacak 20 dakikalık bir parçaya sahip olan Morningrise atmosfer açısından da Opeth’in en güçlü albümlerindendir.
’97
Rammstein “Sehnsucht”
Takip edenler:
HIM “Greatest Love Songs Vol. 666”
Symphony X “Divine Wings of Tragedy”
Strapping Young Lad “City”
In Flames “Whoracle”
Herzeleid, endüstriyel metalin harika bir örneği olarak raflarda yerini sağlamlaştırmış iken Rammstein’dan “Sehnsucht” adında inanılmaz bir çıkış geldi. Herzeleid, endüstriyel elementlerden yaralanmıştı, hem de oldukça verimli bir şekilde. Sehnsucht’ta ise albümün temeline çakıl taşı gibi serpilmiş endüstriyel temel adeta büyülüyor. Ayrıca harika bir prodüksiyon ile deli gibi gürültü yaparken tertemiz duyulmak her grubun yapabileceği bir şey değil. Rammstein ise bu konuya imzasını atmış bir gruptur. Her ne kadar Sehnsucht’un sound’undaki atmosfer değişerek geliştiyse de yıllar içinde Rammstein’ın bu konuda herhangi bir kaybı olmadı. Alkışı hak eden bir koleksiyondan takdire şayan bir albüm ile Rammstein 97 yılında zirveye tırmanıyor. “Sehnsucht”, “Tier”, “Du hast” ve “Bück dich” gibi parçalarla bu tırmanış çok da zor geçmemiş olsa gerek.
Rammstein’dan sonra bu yılın en kuvvetli adayı çoğu yerde göremeyeceğiniz bir isim. HIM, doom metal ile harmanlanmış gothic rock sound’u ile çıkış albümü olan “Greatest Love Songs Vol.666” ile adeta büyüleyici bir iş ortaya koyuyor. Asıl büyük çıkışlarından birkaç sene önce de olsa bu değeri bilinmeyen albüm hala bu tarzın en iyilerinden biridir benim gözümde. “Our Diabolikal Rapture” ve “It’s All Tears (Drown In This Love)” etkisinden kolay kolay kurtulamayacağınız parçalar olacak, benden söylemesi.
’98
Opeth “My Arms, Your Hearse”
Takip edenler:
Death “The Sound of Perseverance”
System of a Down “System of a Down”
Korn “Follow the Leader”
Gorguts “Obscura”
98 inanılmaz bir yıl. Korn ve System of a Down gibi farklı tarzlar zirvede kendine Death gibi klasik bir tarz ile birlikte yer bulabiliyor. “The Sound of Perseverance” benim için bir death metal albümünde olması gereken her şeyi tek bir torbaya toparlayan bir albüm. Schuldiner’ın gelişip bambaşka bir hale gelen vokalleri, kulak pasını tertemiz eden bas ve elektro gitar tonları önümüze tertemiz bir death metal albümü koyuyor. Evet, var öyle bir şey.
Fakat zirvede öyle bir albüm var ki; her yerinden ilham akan, teknik kusursuzluk abidesi, gözleri dolduran “My Arms, Your Hearse”… Tarif etmek için çok kelime harcayabileceğim fakat yine de yeterli sözleri söyleyemeyeceğim bir albüm bu. Opeth’in ilk iki albümünde sunduğu inanması güç performansın bambaşka bir seviyeye taşınması ve yüreğe dokunan bir hikaye ile temellendirilmesi sonucu 98 yılında insanlığa böyle bir şaheser bahşediliyor işte. “April Ethereal”ın girişindeki vahşiliğin ardındaki güzelliği görmek herkesin yapabileceği bir şey değil bunu söyleyebilirim. Opeth’i dinlemek ve anlamak farklı şeylerdir. Müzikal açıdan bu kadar doyurucu olup aynı zamanda edebi açıdan da yüreğe hitap edebilecek çok fazla müzisyen yok piyasada, emin olun.
My Arms, Your Hearse adeta bir kitap… Duygu yoğunluğunu her dakikasında dengede tutan, anlatmak istediğini birçok kademede dinleyicisine sunan, iniş ve çıkışları çok iyi kontrol eden bir şaheser. Mikael Akerfeldt’in masalsı zihninden çıkan bir hikaye ile temellendirilen bir albüm MAYH. Yani, bir konsept albüm. Girişi, gelişmesi ve sonucu var elimizdeki bu hikayenin. Bir de zirve noktası var elbette: “Demon of the Fall”. Müzikalitesine hayranlık duyarken hikayenin gidişatını bambaşka bir hale getirmesi karşısında büyülenmemek elde değil. Opeth’in burada ortaya çıkardığı iş sadece bir albüm değil, bir serüven. Şahit olunması gereken bir serüven.
’99
Opeth “Still Life”
Takip edenler:
Dream Theater “Metropolis Pt. 2: Scenes from a Memory”
Slipknot “Slipknot”
HIM “Razorblade Romance”
Children of Bodom “Hatebreeder”
Katatonia “Tonight’s Decision”
Neurorsis “Times of Grace”
Yine kalabalık ve zor bir yıl. Ve ben yine aradan Opeth’i sıyırıyorum. Elimde değil arkadaşlar, yine konuşmaya başlasam destan yazacağımı biliyorum. Şunu söyleyebilirim, bu adamlar MAYH ile bizi nasıl büyülediler ise aynısını yapabildiler. Hem de yine bir konsept albümle: “Still Life”. Ayrıca, Still Life Opeth’in önündeki yıllara ışık tutan bir albüm. MAYH sonrası edinilen tecrübeyle halihazırda harika olan sound daha oturaklı bir hale getirilip Opeth dehası ile harmanlanıyor, ortaya Still Life çıkıyor. “The Moor”, “Godhead’s Lament”, “Serenity Painted Death” gibi parçalarla yaratıcılığın sonu nasıl yoktur anlayabilirsiniz. “Benighted” ve “Face of Melinda” o kadar güzel iki parça ki barındırdıkları huzuru anlatamam. İkisi arasında sıkıştırılmış “Moonlapse Vertigo” oraya nasıl uyum sağlıyor şaşıracaksınız. Still Life, müzikal açıdan ders çıkarılması gereken bir albüm. Arasından sıyrıldığı albümlere bakarsanız bu kendini çok daha net açıklayacaktır. Dream Theater’ın akıllara durgunluk veren albümü “Metropolis Pt. 2: Scenes from a Memory” kendine birincilikte yer bulamadıysa bunun bir nedeni var. Ki Metropolis de bir konsept albümdür ve hikayesini çözdüğüm ilk anda uğradığım şoku hala hatırlarım. Gruba bu albümle dahil olmuş Jordan Rudess’in katkısı fark edilmeyecek gibi değil. Kevin Moore’un gidişi ile birden kaybolan o DT atmosferini geri getiremese de bizlere bambaşka bir kalite sunuyor Rudess. Petrucci ve Portnoy’un ağırlıklı olarak beyin takımında yer aldığı bu albüm tüm zamanların en kaliteli progressive kayıtları arasındadır.
Korn’un açtığı yoldan bomba gibi çıkan Slipknot, ilk albümünü piyasaya fırlattığında albümün yarattığı şoku beklemiyordu muhtemelen. Her yerinden deneysellik akan ve Iowa’nın kesinlikle bahar esintilerini taşımayan ilk Slipknot albümü bugün bile nu metalin en harika işleri içinde baş sıralarda bayrak sallar.
90’lar kuvvetli, çeşitli ve umut verici yıllardı metal için. Sonrasında neler geldiğini, metal müziğin nasıl ilerlediğini elbette biliyoruz. İncelemesi ise başka bir zamana.