Gece
Gündüz

2019’un En İyi Metal Albümleri

7 February 2020
19 dk'lık okuma

Metal müziğin devasa bir yelpazesi vardır. Her zaman söylerim; metal arayışına girip aradığını bulamayan olmaz. Yeteri kadar isterseniz, istediğinizi bulursunuz. Bu tarza oldukça uzak da olsanız. Bu sene de fazlasıyla çeşitli bir metal rüzgarı esti sahnelerde. Eski tatlar ve yeni ufuklar bir aradaydı. Aşağıdaki on beş albümün hepsi bana hitap etti. Bakalım sizler favorilerinizi listede bulabilecek misiniz? Hayır, bu listede Babymetal falan yok tabi.

15) VLTIMAS “Something Wicked Marches In”

VLTIMAS, bu sene nereden geldi ne ara geldi çoğu kişi anlamadı bile. Ama herkese “iyi ki geldin” dedirten bir albüm ve yeni bir ekip olduğu kesin. Ekibe yeni demek ne kadar doğru bilemiyorum gerçi. Farklı yerlerden toparlanan karma üçlü fazlasıyla kuvvetli ve eski isimlerden oluşuyor. Morbid Angel’dan David Vincent vokalleri üstlenirken, Cryptopsy’den tanıdığımız Flo Mounier’i davulda, Mayhem’den aşina olduğumuz Rune “Blasphemer” Eriksen’ı da gitarda görüyoruz. Evet, VLTIMAS süpergrubun tanımı olabilecek bir süpergrup.

“Something Wicked Marches In”, death metal elementlerini yoğun olarak kullanırken Blasphemer’ın da gitarda olmasının etkisiyle tarzını black metal ile birleştiriyor. Bu sebeple albümü “blackened death metal” olarak nitelemeyi doğru buluyorum. Son derece tekinsiz ve iç karartan sound’u ile de zaten bu tanımın anlamsal bütünlüğünü de sağlıyor.

Something Wicked Marches In, gerçekten sert mi sert bir albüm. Şeytani riffler ve taramalı tüfek misali davullar 38 dakika boyunca sizi oturduğunuz yere mıhlayacak kalitede. Giriş parçasındaki o “double bass” yok mu zaten; Mounier, insan değilsin.

 

Öne çıkanlar; Something Wicked Marches In, Praevalidus, Monolilith, Diabolus Est Sanguis

 

14) Blood Incantation “Hidden History of the Human Race”

Blood Incantation, piyasaya bu sene adım atmış bir grup değil. İkinci albümleri olan “Hidden History of the Human Race” için en büyük adımları demek yanlış olmaz. Beklentimi yüksek tutmadan dinlediğim bir albüm oldu HHotHR benim için. Fakat dört parçalık ve 36 dakikalık süresiyle de dikkatimi oldukça çekti. Albümün son parçası olan (*derin bir nefes*) “Awakening from the Dream of Existence to the Multidimensional Nature of Our Reality (Mirror of the Soul)” başlı başına albümün yarısını kaplıyor. Ayrıca barındırdıkları old school sound’un üzerine ekledikleri progressive elementler de ellerindeki materyale bambaşka bir hava katar nitelikte.

HHotHR, death metalin klasik elementlerine sapına kadar sahip. Derin brutal vokal, patlayan davullar ve bunu destekleyen gitarlar… Türün hastaları zaten bu formülü duymaktan sıkılmayacaklar. Benim gibi progressive hastalarını da kendine çekmeyi başaran grup demek ki doğru bir şey yapıyor. Yapmaya da devam edecekler gibi duruyor. Yapsınlar da.

 

Öne çıkan(lar); Awakening from the Dream of Existence to the Multidimensional Nature of Our Reality (Mirror of the Soul)

 

13) Fleshgod Apocalypse “Veleno”

Fleshgod Apocalypse’in beklenen yeni albümü belli bir kesim için 2016 çıkışlı “King”e göre bir geri adım oldu. Ben o kesim içinde değilim. “Veleno”nun senfonik elementleri ve içerdiği ciddi YÜKSEK SESLERİN hayranı olduğumu belirtmeliyim. Bana göre, King’de denenen formül Veleno’da tam amaçlanan hale gelmiş. Teknik açıdan da bir kademe daha nitelikli olan albüm tatmin edici bir senfonik death metal albümü.

Prodüksiyon konusunda Veleno’nun takdir edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü elimizdeki parçalar oldukça kalabalık bir yapıya sahip. Rifflerin ve davulların “uyuşmayan uyuşmazlığı” temiz bir prodüksiyon olmasaydı işkence gibi olabilirdi. Doğru yapım tekniklerinin ne kadar önemli olduğunun da önemli bir örneği Veleno. Carnivorous Lamb ve Sugar gibi yumruklayan parçaların yanı sıra deluxe versiyonda bir de “Reise, Reise” cover’ı bulunmakta, bahsetmeden geçemem.

 

Öne çıkanlar; Fury, Carnivorous Lamb, Sugar, Monnalisa

 

12) Sabaton “The Great War”

“The Great War” için bu yıl çıkmış en yakalayıcı albümlerden biri diyebilirim. Zaten Sabaton ile yollarınız kesişti ise formüllerinin büyük miktarda yakalayıcılık içerdiğini biliyorsunuzdur. Her albümde benzer bir mantıkla ilerleyip kötü bir iş ortaya çıkarmayan nadir gruplardan olabilir Sabaton. “Metalizer” her ne kadar içinden geçtiği karmaşık süreç ve aldığı karma yorumlardan sonra diskografinin alt kısımlarında kalsa da rezalet bir albüm değildi.

The Great War, adından da anlaşılacağı üzere Birinci Dünya Savaşı’nı kendine tema edinmiş bir albüm. “Seven Pillars of Wisdom”, Arabistanlı Lawrence’ı (kendisinin bu adla bir kitabı bulunmakta), “Attack of the Dead Men”, Almanların gaz saldırısı sonucu ölmek üzereyken öksürerek ve kan kusarak karşı saldırıya geçen Rusları, “Red Baron” ise Manfred Albrecht von Richtofen’ı kendine konu olarak baz alıyor. Her parçanın dönemin önemli olaylarına referansta bulunuyor olması üzerinizde adeta bir tarih kitabı okuyor hissi bırakıyor. Bu da zaten bahsettiğim Sabaton formülünün bir diğer ortak temeli. The Great War, tarihin en büyük yaralarından birini konu almasının haricinde bu konuya olan yaklaşımı ile de parlayan bir albüm. Bu senenin güzel sürprizlerinden.

 

Öne çıkanlar; The Future Warfare, The Attack of the Dead Men, The Red Baron, Fields of Verdun

 

11) Dream Theater “Distance Over Time”

Dream Theater hakkında net bir bakış açım var. Mike Portnoy ve Kevin Moore’un aynı anda kadroda bulunduğu zamanlar progressive metal devlerinin altın çağı idi. “Metropolis Pt.2: Scenes From a Memory” veya “Six Degrees of Inner Turbulence” tam olarak bu kadroyu barındırmasa da (Portnoy hala gruptaydı fakat Moore eksikti) önemli, çok önemli albümlerdi elbette. Derken Portnoy’un da bagetleri Mike Mangini’ye devretmesiyle benim rüya kadromun iki önemli elemanı grubu terk etmiş oldu. Sonrasında gelen “A Dramatic Turn of Events” albümünü oldukça beğensem de eski tadı alamadım. Üzerine bir de ‘self-titled’ “Dream Theater” (2013) geldi, devamına “The Astonishing”i kattılar; tadım kaçtı. “Distance Over Time” bana gözyaşları ile gelecek diye korkuyordum.

Öyle gelmedi. Distance Over Time alkışlanacak bir efor. A Dramatic Turn of Events nasılsa, Distance Over Time da öyle bir albüm. Dream Theater’ın müziğe net bir şekilde odaklandığı ve kaliteli besteler ortaya çıkardığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Mike Mangini, son iki albümdeki sıradanlığını üzerinden atmış ve bu sefer daha doyurucu davullar çalmış. James LaBrie’nin vokalleri uzun zamandır hiç olmadığı kadar iyi. Petrucci, zaten her zamanki gibi harika.

Albüm için yazdığım incelemede de söylediğim gibi; Dream Theater bundan sonra A Dramatic Turn of Events ve Distance Over Time gibi albümler yaparsa hiç şikayetim olmaz, beğene beğene dinlerim. Kendileri her daim progressive metalin önemli isimlerinden oldular, ilerleyen zamanlarda da öyle olacaklar.

 

Öne çıkanlar; Fall Into the Light, Barstool Warrior, At Wit’s End, Pale Blue Dot

 

10) Devin Townsend “Empath”

Devin Townsend ne zaman bir albüm yapsa rahatlıkla şu cümleyi yapıştırırım: …. adlı Devin Townsend albümü bu yıl dinleyeceğiniz en İLGİNÇ albüm. Empath, bu yıl dinleyeceğiniz en İLGİNÇ albüm arkadaşlar. Ayrıca bu ilginç albüm, Devin Townsend’in neden günümüzün müzikal dehaları arasında gösterildiğinin somut kanıtı. Bu listenin tepesinde olmamasının nedeni elbette benim kişisel tercihim. Bu demek değil ki Empath kısmen niteliksiz bir albüm. Empath kesinlikle son derece nitelikli, dikkat çekici, yakalayıcı ve teknik açıdan mükemmel bir albüm. Herkesin düşüncesi bu yönde olmayabilir elbette. Kişisel zevkler ve renkler… Fakat bir diğer neden de albümün benimsediği deneysellik sonucu herkese hitap etmiyor oluşu. “Sprite” ve hemen arkasından gelen “Hear Me” oldukça inişli çıkışlı bir yolculuk sunuyor bizlere. Progressive elementler üzerine eklenen teknolojik süslemeler Townsend’in ‘her albüm farklı işler yaparım’ sözünü destekler nitelikte.

“Castaway” introsu sonrasında “Genesis” ile giriş yapan ve efsanevi 23 dakikalık “Singularity” ile son bulan albüm alternatif tarzları da benimseyip üzerine Devin Townsend’in kendi imza sound’unu da barındırıyor. Muazzam bir akıldan çıktığını inkar etmek delilik olur. Devin Townsend’in deli bir adam olduğunu kabul etmemek de delilik olur. Böyle deyince delilik de çok kötü gelmedi kulağa ama… Neyse, dinleyin siz.

 

Öne çıkanlar; Genesis, Spirits Will Collide, Hear Me, Singularity

 

 

9) ) Korn “The Nothing”

Bu sene beklemediğim hoş yumruklardan biri uzun yıllardır dinlediğim Korn’dan geldi. 2016’da “The Serenity of Suffering” ile kalbimi fethetmişlerdi. Açıkçası onun üzerine çıkan bir albüm kaydedeceklerini düşünmemiştim. Jonathan Davis’in arka arkaya yaşadığı trajedilerin yaratıcı süreç üzerindeki etkisi ortaya grubun en iyi albümlerinden biri olarak gördüğüm “The Nothing”i çıkarmış. Bu albüm, müziğin çevresindeki her şeyden verimli bir şekilde beslenebildiğini ve bu beslenmenin sömürü üzerine değil tam aksine dayanma desteği verme üzerine olduğunu gösteriyor bize.

Korn, oluşturduğu nu metal formülünden 2013 yılındaki “The Paradigm Shift” ile biraz da olsa uzaklaşmıştı. Akıcı ve “groovy” davullar yerine daha doyurucu ve kuvvetli ritmler duymaya başlamamız elbette Ray Luzier’in gruba dahil olmasının bir sonucu. Ayrıca rifflerin son derece sertleşmesi de yine TPS ile başlayan bir durum. The Nothing, 2013’ten beri işleyen bu sürecin mükemmelleşmiş hali diyebilirim. Korn’un müzikal açıdan en akılda kalıcı melodilerini barındıran ve en karanlık albümü kesinlikle The Nothing’dir. “Can You Hear Me”nin sözlerindeki acıyı ve derinliğe şahit olmak oldukça kolay fakat kavrayabilmek bir o kadar zor. “The Darkness is Revealing”, “This Loss” ve “You’ll Never Find Me” gibi parçaların adından da anlaşıldığı üzere akıl sağlığı çok da yerinde olmayan bir albüm dinlemek üzeresiniz. Yaşadığı acıyı yaratıcılığa dönüştürebilen Jonathan Davis neden efsanevi bir insan olduğunu tekrar kanıtlıyor.

 

Öne çıkanlar; Cold, The Darkness is Revealing, Idiosyncrasy, The Ringmaster, This Loss

 

8) Fvneral Fvkk “Carnal Confessions”

Grup isminden, albüm isminden ve kapağından; her yerinden tartışma yaratacak unsurlar akıyor bu albümün. Bir de son zamanlarda yapılmış en iyi doom metal albümü olduğu gerçeği var. “Carnal Confessions”ı olması gerekenden çok daha geç dinledim. Her albümün bir zamanı geliyormuş demek ki. Carnal Confessions dolu bir kafayla dinlenmemesi gereken bir albüm. Atmosferine, melodilerine, dudak uçuklatacak sözlerine dikkat edilmesi gereken; istemsizce gözler kapalı ağır tempo headbang’e davet eden bir eser.

Herkesin belli bir metal alt türünün nasıl olması gerektiğine dair fikri vardır. Doom metalde bu çeşitlilik gösterir. Death-doom, epic doom, black-doom, drone metal, gothic-doom, hatta sludge ve stoner metale kadar uzayan bir çeşitlilikten bahsediyorum. Elbette bunların hepsi Black Sabbath’ın kendi ismini taşıyan albümündeki, yine kendi ismini taşıyan parçasındaki o dahiyane girişle başladı. Gothic-doom ve death-doom’a oldukça yakın hissetmişimdir kendimi. Carnal Confessions da epic doom’un ne harika yüzleri olabileceğini göstermiş oldu bana.

Albüm, tema olarak oldukça ağır ve dürüst. Adı ve kapağının birleşiminden de anlaşılacağı üzere kiliseyi oldukça üzecek nokta atışları barındırıyor. “Chapel of Abuse”, “Alone with the Cross” ve “Poor Sisters of Nazareth” gibi parçaların dürüstlüğü ve cesareti genel atmosferin oluşumunda büyük katkı sahibi. Carnal Confessions’ın doom metalde emeği geçen efsanelerin yüzlerini güldürecek bir albüm olduğu net bir gerçek. Modern doom metalin şairane örneklerinden.

 

Öne çıkanlar; Chapel of Abuse, A Shadow in the Dormitory, Alone with the Cross, The Hallowed Leech

 

7) Idle Hands “Mana”

Idle Hands ile tanıştığım için çok mutluyum. Gerçekten. Kendileri zaten oldukça kısa süredir bu piyasadalar. Elbette önceki projeleri ve deneyimleri hariç. Gabriel Franco liderliğinde ilerleyen ekip daha ilk albümlerinden ortalığı fena salladılar. Ayrıca Gabriel, oldukça kibar ve alçak gönüllü bir insan. Kendisiyle röportaj yapabilme fırsatını yakaladığım için de oldukça mutluyum. Ayrıca bu şekilde “Mana”nın kayıt ve dağıtım sürecinde neler yaşandığını da birinci ağızdan dinlemiş oldum. Zorluklar içinde böyle temiz prodüksiyonlu, bu denli yakalayıcı ve atmosferik parçalar üretebilmeleri takdire şayan. Bir müzisyen olarak, Idle Hands’in yaratıcı sürecine birinci elden şahit olmayı çok isterdim.

Mana, zekice düzenlenmiş bir albüm. Nostaljik esintiler üzerine modern bir yapı kurabilmek başarması kolay bir şey değildir. “Blade and the Will” (aslen 2018 yılındaki EP ‘Don’t Waste Your Time’ bünyesinde çıkmıştır), “Give Me to the Night” ve “Jackie” gibi parçalar belli noktalarda birbirinden ayrılan fakat aynı nostaljik temele dayanan müzikal yapıtlar olarak örnek gösterilebilirler.

Idle Hands, Mana ile attığı her adımı doğru atmış. Grubun son derece yaratıcı ve üretmeye hevesli olması beni mutlu eden durumlar. Bu sayede kendilerinden kısa zamanda yeni bir albüm görebiliriz.

 

Öne çıkanlar; Jackie, Give Me to the Night, Blade and the Will, A Single Solemn Rose

 

6) Black Sites “Exile”

Aylar öncesinde “Exile” için yılın en iyilerinden biri olacak demiştim. Haklı çıktım ve çok mutluyum. Klasik esintileriyle beni büyülerken aynı zamanda üzerine serpiştirdiği orijinal fikirleriyle de beni şaşırtmayı başarmıştı güzeller güzeli albüm. Black Sabbath esintileri hissettirirken üzerine eski zaman Opeth’inden tatlar katan grup daha ne yapsın? Zaten denge kurmanın belki de en zor olduğu durumlardan biridir esin kaynaklarından kopyalamamak. “Dwell Upon the End”deki kuvvetli Sabbath etkisini hissetseniz de parçanın orijinal fikirleri sizi kendine çekiyor. Nostaljik hisler arayan dinleyenini de yeni tatlar keşfetmek isteyenleri de memnun ediyor böylelikle Exile.

Grubun Exile’dan önce 2016’da kaydettiği bir de “In Monochrome” adında bir albümü var. Benim Black Sites ile tanışmam Exile ile birlikte oldu fakat In Monochrome’u da es geçmemem gerektiğini bu şekilde anladım. İtiraf etmem gerekirse Exile’ın üzerimde bıraktığı şaşkınlık hissinden sonra In Monochrome’un beni üzebileceğini düşünmüştüm. Fakat her ne kadar Exile kadar olmasa da grubun ilk eforu kendine bağlayan ve dilinize dolanarak kendini sık sık hatırlatan tınılara sahip.

Mark Sugar’ın geçmişteki tecrübelerini de başarıyla yansıttığı Exile, böylelikle bu senenin en iyilerinden olmayı başarıyor. Ayrıca son derece olumlu tepkiler aldığını düşünecek olursak kısa zamanda gruptan yeni materyal sesleri duymaya hazır bekleyebiliriz. Zaten Exile’ı dinledikten sonra yeni bir Black Sites albümü için yalvarır halde bulacaksınız kendinizi.

 

Öne çıkanlar; The Night They Came For You, Feral Child, Coal City, Dream Long Dead, Dwell Upon the End

 

5) Rammstein “RAMMSTEIN”

Bu sene Tool’un çok bekleyen yeni albümünü çok konuştuk. Peki ya Rammstein’a ne demeli? Alman devlerinin yeni albümü de 2009’dan beri bekliyoruz. On yıl olmuş, on! Çocuklar büyüdüler, büyükler yaşlandılar. Ama işte gelin bakın, Rammstein yaşlanmış mı?

Rammstein da formülünü değiştirmeden senelerce asla başarısız bir albüme imza atmamış bir gruptur. “Rosenrot” bir önceki albümden arta kalan parçaların düzenlenmesiyle ortaya çıktığı için bir kesim için zayıf bir albümdür, hatta derler ki ‘grup albümden sonra tura çıkmaya bile tenezzül etmedi’. Bu biraz acımasız bir yorum değil mi sizce de? Eğer Rosenrot sadece bir “outtakes” albümü ise; bravo! Bakın, formül yine tuttu.

Rammstein sessizliğini “Deutschland” ile bozduğunda ortalık fazla sallandı. Gerek parça sayesinde, gerek ise klibi… Kabul ediyorum ilk başta Deutschland’a kesinlikle ısınamadım. İnanılmaz bir atmosferle giriş yapıp ağzımı sulandırdıktan sonra temposunu çekerek beni biraz uzaklaştırmıştı. Fakat zaman geçtikçe içimde büyüdü de büyüdü. Hala ‘verse’ kısmına ısınamasam da dilime dolanmıyor değil!

Rammstein’dan özlediğim riff yapısını “Zeig Dich”te buldum ve albümün en iyi parçası olarak ilan ettim. “Auslander” ile çok eğlendim (Spotify’da en çok dinlediğim parçalar arasındaymış, demek ki çok fazla eğlenmişim), “Puppe” ile dehşete düştüm. Rammstein, muhtemelen kariyerinin son albümü olan bu eserle bana birden fazla duyguyu 46 dakika içinde yaşattı. Teknik açısından nokta atışı, duygusal açıdan tsunami bir albüm RAMMSTEIN. Alman endüstriyel metal devlerinden muhtemelen başka albüm duyamayacak olmamız üzücü, oldukça üzücü.

 

Öne çıkanlar; DEUTSCHLAND, ZEIG DICH, AUSLANDER, PUPPE, WEIT WEG

 

4) Wilderun “Veil of Imagination”

Bu adamlar bunca yıldır etraftaydı ve bundan benim yeni haberim oluyor! Gerçekten kendime kızıyorum, eminim uzun süreli bir Wilderun takipçisiyseniz siz de bana kızacaksınız. Fakat, geç olsun güç olmasın, değil mi?

2008’de kurulan fakat 2012’deki ilk albümlerine kadar grup kimyasını tam oturtamayan Wilderun da aslında geç olsun güç olmasın felsefesini benimsemiş olabilir. Belli bir süre oluşum ve büyüme sancısı çektikten sonra ilk albümleri “Olden Tales & Deathly Trails” ile başlayarak destan yazma aşamasına geçmişler. Sadece “Veil of Imagination”un ilk dakikalarını dinleyerek bu kanıya varabilirsiniz. “The Unimaginable Zero Summer”ın dördüncü dakikası civarlarındaki eski Opeth esintilerini duymak sizi mutlu etmeye yetmiyorsa, başka ne edebilir bilmiyorum.

Opeth’in eski zamanlarını özlediyseniz, kaliteli bir progressive death metal arayışındaysanız Wilderun genel anlamda her haliyle sizlere hitap ediyor. Ayrıca folk ve senfonik esintilerle de progressive metalin dibine dibine eklemeler yapıyorlar. Burada yalnızca bir Opeth taklidi yok. Opeth’in mükemmelleştirdiği progressive death metal formülünü kendi eşsiz ilhamlarıyla harmanlayıp ortaya harika işler çıkaran bir ekip var. Her açıdan görkemli enstrümanlar barındıran, baştan sona atmosferinden tek bir an kopmayan, ‘death growl’ ve ‘clean’ vokalleri karıştırarak oldukça etkili kullanan Wilderun tam bir ilaç adeta. Sadece progressive death metal takipçilerinin değil, tüm müzikseverlerin tecrübe etmesi gerektiğini düşündüğüm devasa bir eser.

 

Öne çıkanlar; The Unimaginable Zero Summer, Sleeping Ambassadors of the Sun, Far from Where Dreams Unfurl, The Tyranny of Imagination, When the Fire and Rose Were One

 

3) Soen “Lotus”

Görüyorsunuz ki progressive severler için harika bir sene olmuş. Kadrosunda zamanında Opeth’in davullarına imza atan inanılmaz Martin Lopez’i barındıran ve ondan aşağıda kalmayan bir kadroya sahip Soen’in beni üzdüğü tek nokta İstanbul konserlerini kaçırmam oldu. Onun haricinde “Lotus”un gözlerinizi yaşarttığı her an sevinç gözyaşlarının müjdesi olacaktır.

Soen’in ilk albümü olan “Cognitive”i çok severim. Zamanında “Tool özentisi” laflarına maruz kalsa da kesinlikle bu duruma katılmıyorum. Evet, Cognitive belli Tool esintilerine sahip fakat Soen’in kendi tarzını oluşturma yolunda büyük de bir rolü var. Lotus’a kadar geçen zaman dilimine de bakacak olursak bu formülün zamanla mükemmel bir hale geldiğini görmemek elde değil. Gerek duygusal gerek teknik açıdan Lotus, Soen’in bu zamana kadar ürettiği en iyi iş. “Opponent” ve “Martyrs”daki yaratıcı riffler, “Lascivious” ve “Lunacy”deki inanılamaz duygu yüklü vokaller derken Lotus’un atmosferinin içinden çıkmak imkansız bir hale geliyor.

Soen’in yaratıcılığından yakın zamanda bir şey kaybedeceğini hiç sanmıyorum. Baştan sona her parçanın birbirinden değerli anlarla süslenmiş olması, dinlemesi oldukça keyifli ve geri dönülmesi kaçınılmaz bir albüm oluşturuyor. Lotus, bu sene benim duygusal anlarıma ortak oldu ve eminim uzun yıllar boyunca da olacak.

 

Öne çıkanlar; Opponent, Lascivious, Martyrs, Covenant, Lunacy

 

2) Slipknot “We Are Not Your Kind”

Slipknot yeni albümü için bizleri uzun yıllardır bekletmese de bu yıl beni en çok sabırsızlandıran albümlerden biri oldu “We Are Not Your Kind”. Aynı zamanda oldukça riskli bir albüm. Deneyselliği Slipknot’ın yapısında her daim hissetsek de WANYK ile bu durum başka bir seviyeye çıkıyor. “My Pain” ve “Spiders” gibi parçalar grubun uzun zamanlı hayranlarını net bir şekilde ikiye bölse de çoğunlukla Shawn “Clown” Crahan’in ‘hastalıklı’ zihninin ürünü olan bu müzikal deneyleri takdir etmemek elde değil.

“Unsainted” ile WANYK’ın gelişi müjdelenmişti. Fakat parçanın melodik kısmının ağır basması sonucu hayranların belli bir kısmı Corey Taylor’ı, Slipknot’ı kendi solo projesi haline getirmekle suçladılar. “Solway Firth” ve “Birth of the Cruel” teklilerinin piyasaya sürülmesi ile işler tamamen değişti tabi. Unsainted ile oldukça uzun zaman geçirmiş olsam da Solway Firth’ün bambaşka bir seviye olduğunu kabul etmek zorundayım. Hatta bir adım daha ileri gidip, Solway Firth’ün Slipknot’ın en iyi parçaları arasında yer alması gerektiğini söylemeye de cesaret ediyorum. 2019 için içinizde biriktirdiğini bir miktar öfke elbette vardır. Solway Firth’ü birkaç tur döndürmeniz hepsini içinizden atmanıza yeter de artar bile.

Nu metalin her daim farklı bir yüzü olmayı başaran Slipknot, WANYK ile girdiği yol riskli de olsa başarıyla çıkıyor işin içinden. Grubun sadık hayranlarının beklediği ve hak ettiği bir albüm bu. Cesareti ve dehası ile WANYK elbette bu yılın en iyi albümlerinden biri.

 

Öne çıkanlar; Unsainted, Birth of the Cruel, Nero Forte, Orphan, Not Long for This World, Solway Firth

 

1) Tool “Fear Inoculum”

Bunun için yazının ilk cümlelerinde biraz ipucu vermiş olabilirim. Fakat içimdeki deli Tool hayranı pek de söz dinlemiyor. Tool’un kendisi de pek söz dinleyen bir tip değil zaten. Aslında bakacak olursanız her ne kadar yeni albümün on üç yıl gibi bir süre içinde gelmeyişinden şikayet etsek de, bu oldukça saygı duyulması gereken bir durum. Çünkü bu süre grup elemanlarının kendi aralarındaki kavgalarından (bkz. System of a Down) veya grup elemanlarının bireysel işlerinden dolayı ekiplerine ayıracak vakti bulamamalarından (bkz. yine System of a Down) kaynaklanmıyor. Tool, 2006 çıkışlı “10,000 Days” sonrası içine sinen bir albüm yapmak istiyor. Normalde 2009’a kadar yeni bir albüm müjdelemeye hazırlanırlarken belli aksaklıklardan ve istedikleri albümü üretememiş olmalarından dolayı “Fear Inoculum”a kavuşmamız bu kadar uzun sürüyor. Bu kadar baskı altında tüm olumsuzlukları kulak ardı edip yalnızca ortaya çıkarmak istedikleri müziğin kalitesine odaklanmak iste tebrik edilmesi gereken bir durum.

Fear Inoculum, devasa bir albüm. Ara geçişleri saymazsak sadece yedi parçadan oluşan ve en kısa parçasının süresi 10 dakika 5 saniye olan bir albümden bahsediyoruz. Alıştığımız teknik Tool’u ne kadar özlediğimizi bize hatırlatan, aynı zamanda oldukça kişisel problemlere de odaklanan bir albüm Fear Inoculum. Grup elemanlarının yaşlanma korkusu parçaların ana fikirlerinde hissedildiği gibi eriştikleri olgunluk da albümün her saniyesinde kendini belli ediyor. Bu adamların söz konusu müzik olduğunda nasıl birer deha olduklarının tartışmaya açık bir konu olduğunu düşünen varsa buraya alıyoruz kendilerini. Fear Inoculum sadece bir müzik albümü değil, kapsamlı bir felsefi yolculuk.

Parçaların uzunluğu, tekrar düşüyor olması ve belli kısımlarının sıkıcı olması hakkında birden çok yorum okumuş olabilirsiniz. Bunlara katılıyor da olabilirsiniz. Elbette zevklerin tartışılmasına gerek yok böyle bir ortamda. Fakat bu denli büyük ölçüde parçaların yazılması, birleştirilmesi ve inanılmaz derecede harika uyum içerisinde olduklarını kabul etmiyorsanız, orada bozuşuruz. Benimsemek ve sevmek başka, saygı duymak başkadır sonuçta. Bana soracak olursanız, Fear Inoculum son on yılda dinlediğim en iyi albüm. Bunun belki de bu zamana kadar kurduğum en iddialı cümle olduğunun farkındayım fakat durum bu. Üzerinde bir süredir düşünüyorum ve son on yılda birçok albüm dinledim. Fear Inoculum, bunların en tepesine oturmaya layık bir albüm. Kişisel zevklerime hitap ettiği kadar objektif bakış açımı da tatmin eden bir eser. Tool’dan yeni bir albüm beklemek ne kadar doğru bilmiyorum fakat ben damağımda kalan bu tattan sonra umudumu kaybetmem.

 

Öne çıkanlar; 😊

 

Kapak görseli: Sıdal Taşdemir

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR