Norveç’te yalnız yaşayan altmış yaşlarında bir adamın on yıl sonra evinde ölüsü bulundu. Konuyla ilgili Oslo Emniyet Müdürlüğü: “Kişinin 2011 yılında öldüğünü tahmin ediyoruz çünkü evinde en son 2011 yılına ait süt kutuları ve yiyecek ambalajları bulduk” şeklinde açıklama yaptı.
Medyada söylenen ve yer alan haberlere göre adamın faturaları otomatik ödeme ile kendiliğinden ödeniyordu. Bu nedenle evine herhangi bir borç veya haciz gelmedi. Komşuları ise adamın taşıdığını düşündüğü için kapısını çalmadığı ya da yakınlarına haber vermedi. Adamın cesedi daireye bir bekçinin girmesiyle keşfedildi.
Alfred Schütz diye bir sosyolog var. Genel olarak iddia ettiği şey, toplumun öznelerarasılıktan oluştuğu ve hatta dilin, kültürün, hatta bizzat varlığın kendisinin bile ancak bu şekilde oluşabileceğini söylüyor.
Ben de bu noktada
“Var olmak algılanmaktır” diyen Berkeley’in şu sorusunu çok önemsiyorum; bu konuda görüşlerinizi merak ediyorum, sorusu şu:
“Uzak bir ormanda bir ağaç devrilirse ve çevrede hiç kimse yoksa ağaç devrilirken ses çıkar mı?”
Bir adam nasıl bu kadar yalnız olabilir? Çok enteresan, bayağı yalnız… hiç kimse yok demek… zirve noktası artık…
Yalnızlıkla ilgili yazdığım bir yazıma daha ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz 🙂
Bu gibi bir duruma küçük bir örnek daha vermek istiyorum.
Vivian Maier diye bir fotoğrafçı var. Kendisi de bu tarz bir olay yaşıyor öldüğü dönemde. Muazzam bir fotoğrafçı ancak hayatı boyunca bunu kimseye göstermemiş. Öldükten de çok sonra ortaya çıkıyor bu dal ile ilgilendiği gerçeği. Bir şekilde birisi Maier’in hayattayken çektiği fotoğrafları stokladığı kutuyu buluyor. 12 karelik orta formatta çekilen fotoğrafları muazzam ölçüde ayarlanmış durumda. Normalde fotoğrafçılar bir şeyi örneğin 5-6 kez çekerken Maier tek bir fotoğraf ile yetiniyor. Görüyor, çekiyor ve hepsi çok iyi durumda oluyor. Nokta atışı desek yeridir… Kendisi Manhattan’da bir aileye bakıcılık yapmış ve bu bahsi geçen kutuyu da Maier öldükten sonra, yaşadığı dönemde eşyalarını bıraktığı bir depoyu o öldükten sonra kiralamak isteyen birisine “burada böyle şeyler var” diyerek bırakıyorlar. Ve bakıp inanılmaz manzaralarla karşılaşıyorlar.
Birçok yazımda hep ya sinema ya edebiyat ya da resim özelinde karşılaştırmalar yaptığımı örnekler verdiğimi veya okumalar yaptığımı fark ettim. Ve açıkçası bu sefer bir karşılaştırmaya yönelmek istiyorum. Edebiyat ve sinema karşılaştırması yapacağım…
Başta söyleyeceğim şey iki dalın da kendi içlerinde çok güzel farklılıklarının ve özelliklerinin olması. Bahsettiğim şey edebiyatın anlatma, sinemanın ise gösterme sanatı olması…
Suç ve Ceza mesela, filme uyarlandığında neden sevinmedi?
Çünkü senaryonun climaxinde (yani zirve noktasında) cinayet vardı. Halbuki kitapta katilin kim olduğu ya da cinayeti nasıl işlediği bizim için çok da önemli değildi. Bizim için önemli olan şey Raskolnikov’un bu suçla ve vicdanı ile nasıl yaşayacağıydı. Yani dışsal değil de daha içsel bir problemdi. Burada işaret etmek istediğim şey, senaryonun ister istemez bir olay örgüsüne ihtiyaç duyması.
Halbuki neredeyse hiçbir şeyin olmadığı şahane romanlar var Proust’unkiler mesela “Kayıp Zamanın İzinde” yüzlerce sayfa yazmış adam ama tam olarak ne oluyor Allah aşkına yani çok büyük bir olay yok..! Söylemeye çalıştığım şey bu. Bu yüzden filmler büyük hikâyelerden medet umarken romanlar küçük detaylarla ya da sadece karakter derinlikleriyle parlayabiliyor. Bir de tabi şöyle bir şey var; o romanı okurken hepimiz kendi Raskolnikov’umuzu tahayyül ediyoruz ama filmde bir göstereni olduğunda yönetmenin tercihi ile idare etmek zorunda kalıyoruz. Yani bir noktada aslında sınırlandırıyor da bizi. Dolayısıyla tuhaf bir şekilde, iyi romanlardan iyi filmler çıkmıyorken, vasat kitaplar filme daha kolay uyarlanabiliyor. Mesela “Dövüş Kulübü” edebi açıdan çok mu nitelikliydi? Bence değildi… Ama David Fincher ondan muhteşem bir film çıkartmıştı. Ya da aynı yönetmenin uyarladığı “Gone Girl” yani Kayıp Kız kitabını da okumuş ve “Ehh!” demiştim ama filmine bayılmıştım. İşte anlatmak ve göstermek arasındaki fark tam bu noktada ortaya çıkıyor.
Bunu Joker filminden bir sahne örneği ile izah edeyim:
Şimdi bu sahnede gördüğümüz şeyler şu, ana karakter yorgun argın evine dönüyor kullanılan renkler, soluk ve mavi ağırlıklı, ışıksa loş. Açı nasıl peki? Açı da öyle bir pozisyonda ki; karakter, o, daracık sokağın içinde yürüdükçe, iyice ufalıp küçülüyor.
Bu da bir sonraki merdiven sahnesi;
Daha canlı ve sarı renkler kullanılmış. Işık miktarı da arttırılmış ve açı benzer kalsa da karakterin konumu değişmiş ve bu değişen konum onu olduğundan daha kudretli daha güçlü biri gibi göstermiş. Dolayısıyla bu iki sahne arasında karakterin önemli bir değişimden geçtiğini anlıyoruz. Üstelik hiç bir sözcüğe ihtiyaç duymadan. Sadece bakarak, görerek. Biz izlerken açıyı, değişen rengi, ya da ışığı düşünmüyoruz belki. Ama bütün bunları anlamasak da sezgisel olarak algılayabiliyoruz aslında. Peki normalde Joker’in merdivenden inerken değil de çıkarken çok daha mutlu ve görkemli görünmesi beklenmez miydi? Evet! Onu Can Yaman oynasaydı ve Klişe bir Senarist yazsaydı, belki… Ama burada çok güzel bir ters köşe var.
Bunu Baudelaire sözcüklerle şöyle ifade etmişti,
“Her insanın iki tür arzusu vardır birisi Tanrı’ya doğru olanı, öteki ise şeytana doğru. Ve Tanrı’ya sığınış bir yükselme isteği iken şeytanın yahut hayvanlığınki ise -enteresan- bir iniş mutluluğudur”
işte Joker’in bu sahnede yaşadığı dönüşüm şairin bahsettiği dibe vuruş mutluluğu. Çünkü adam güvendiği herkesten kazık yiyip sevdiği kimseden o karşılığı görememiş bir adam.
Ee nefret dediğin şey de Kierkegaard’ın da dediği gibi “başarısızlığa uğramış sevgi” ise Joker’in merdiven tırmanmaya çalışmak yerine artık kendi yer altına inmesi gayet anlaşılabilir bir şey…
Çünkü
“Nefret, başarısızlığa uğramış sevgidir.”
Ne de olsa bazen en iyi çıkış yolu tam da içinden geçmektir…