O sanat camiasında doğan sanatın içinden gelen ve topluma doğru yüzünü dönen bir güneş. Asıl adı Muhtar Cem Karaca olan Cem Karaca tiyatrocu annesi Ermeni kökenli Hristiyan Toto Karaca ve babası Azeri Türkü kökenli alevi Mehmet Karaca’nın tek evladı.
Babasının tek evladı olan Cem üstünde hayalleri vardı tabii, onun diplomat olmasını isterdi. Cem’in annesinin teyzesinin ona notaları ve piyanoyu öğretmesiyle Cem’in müziğe ilgisi başladı. Babasının isteğinin aksine müzikle giderek daha yakınlaşmış olan Cem’in, Amerikan ekolünden gelen Robert Koleji’ni kazanmasından sonra müzik yönü de belli oldu ve rock’n roll ile tanıştı. İlk sahnesine çıkışının başarısı ardından babası onun şarkı söylemesini istemediğinden parayla insanları ona yuhalattı. Cem annesinin de desteğiyle pes etmedi. Kariyerine İngilizce rock ile başladı ve kurduğu ilk gruplarla karın tokluğuna çalıştı. Kendini müzikte bulamayan Cem, Anadolu müziğine sevgisi askerde nöbette iken duyduğu bir saz tıngırtısıyla başladı. Daha önce halk müziğini ilkel müzik olarak adlandıran Cem, gerçek anlamda duygularını ifade eden müziği de bu vesileyle tanıdı. Aydın kesimden gelen Cem’in artık halkın dili ile sesini duyurmaya başlaması bugünkü Cem Karaca’yı da yaratmış oldu.
Askerliğinin ardından Batı ve Anadolu müziğinin hibrit versiyonu olan müziği ile yoluna yeniden başlayan Cem, ardından grubu Apaşlar ile katıldığı Altın Mikrofon yarışmasında ikinci oldu.
Askerlik sayesinde İstanbul’un esintili sanat ortamından gelen Avrupai kolejli çocuk, askerde bambaşka bir farklılaşma ve farkındalaşma yaşadı. Anadolu’nun ruhunu ve aslında İstanbul dışı yaşamı ve öz kültürü o sıralar öğrendi; sazı, türküyü, ağıtları…
Aldı türküleri ozanlardan ve yeni formuyla tekrar nakşetti bu toplumun ruhuna.
Tatlı atışmalar yaptığı Barış Manço’nun apolitik şarkılarına karşın, yetmiş-seksenlerde Türkiye’deki siyasi ortamın buz kesmesi ile, Marksist felsefeden etkilenen Anadolu rock ozanı Cem de keskinleşti. Elbette bunun etkisiyle, en büyük hitlerinden olan “Tamirci Çırağı” da işte tam bu zamanlarda damgasını vurdu. Tabii bu sayede Cem ilk kez siyasi görüşünü de açıkça ortaya koymuş oldu.
Ve üstüne 1977’ de bombayı sonradan patlatacak olan 1 Mayıs İşçi Marşı’nı çıkardı.
Zamanla Türkiye daha çok karıştı. İç karışıklıklar ve çatışmalar had safhaya ulaştı. Şarkılarını özgür bir ortamda yapamayacağını anlayan Cem yurt dışında sanatını icra etmeye başladı. Cem Almanya’dayken, sıcak ortam darbe ile başka bir çıtaya çıktı ve Cem orada kaldı. Bu sırada “İşçi Marşı” başta olmak üzere yazdığı, söylediği şarkı sözlerinden yargılandı ve 200 yıl hapis kararı çıktı. Cem de vatanına dönmez ya da başka bir deyişle dönemez oldu. O da bir vatansız vatan sever olup, tıpkı çok sevdiği Nazım Hikmet gibi, Yılmaz Güney ile aynı anda vatandaşlıktan çıkarıldı. 8 yıllık hasret süreci boyunca Yunanistan’ın Kos adasından vatanını izler, ağlardı. Darbe hükûmeti ardı yeni hükûmet ve Turgut Özal vesilesiyle Türkiye’ye döndü ancak onu seven kesim tarafından bu durum eleştirilir oldu. ‘Raptiye Rap Rap’ gibi önemli parçalar bu sebeple yeterli başarıya ulaşamadı. Daha sonradan yaptığı dine yönelik şarkıları televizyonda söylemesi onu seven kitle ile arasını açmasına ve aydın kesim tarafından yerilmesine sebep oldu.
Onu eleştiren “aydın” kesime cevaben “Yarım Porsiyon Aydınlık’ı” yazdı.
Gün geçti kötü günler geldi “…hayat ümit, neşe dolu…” dedi parçası “Bu Son Olsun” ile. Nazım’ı da birçok eşsiz parçasıyla müzikle buluşturdu. O bir “Ceviz Ağacı” idi Gülhane Parkı’nda.
Bu kadar zorlu süreçten sonra yine “Çok Yorgunum” dedi. 2004’ de o yorgun bize veda etti.
Aynı doğduğu gündeki gibi yatağında bir yanında Hz. Ali portresi diğer yanındaysa İsa’nın Doğuşu resmi ile 58 yaşında gözlerini yumdu.
İnişli çıkışlı hayatı ve aynı zamanda tavırlarıyla iyisiyle ve kötüsüyle o Cem Karaca’ydı. Eserlerinde doğrudan ya da dolaylı olarak toplumun yaşadığı sıkıntıları ve var olan düzenin eksikliklerini anlatan Cem Karaca için sanat topluma ulaşma aracıydı. O sanat için sanat değil de toplum için sanat adına mücadelesini sürdürdü ve o şekilde de veda etti.