Gece
Gündüz

Anlaşılmaya Mecburuz

27 August 2021
yazdı
3 dk'lık okuma

Boşlukları güzellikle doldurmak mıdır; doğanın taklidi mi yoksa toplum için yapılan bir yurttaşlık görevi mi? Sahi, gerçekte neydi sanat?

Tarih boyunca filozofların üstüne kafa yorduğu, uğruna hicivler, methiyeler dizdiği bir olgu “sanat”. Belki insanlığın en eski eseri, ilk imzası… Aristoteles’e göre “doğanın taklidi”, Platon’a göre bu dünyadaki her şey gibi “gerçeklerin bir yansıması, idea”dır. Yani, “mimesis”tir. Natüralistlere göre toplum içindir, Tanzimatçılara göre halkı eğitmenin bir aracıdır; Gautier ve izinden gidenlere göreyse “sanat sanat içindir” (L’art pour l’art).

Hangisinin doğru ya da hangisinin yanlış olduğuna değinecek bir geçmişim, bilgi birikimim yok. Nitekim dünya üzerindeki kimsenin de yoktur diye düşünüyorum. Aristoteles’ten başlayan ve Orhan Kemal’lere kadar uzanan bu sonsuz tartışmayı kim, nasıl sonlandırabilir ki? Ama sanatın “bence”si, özünde insanın anlaşılmaya olan açlığından beslenir. İnsan daima kendinden bir şeyler katar sanatına. Asla tam anlamıyla soyutlanamaz. Soyut resmin öncüsü Picasso’yu düşünelim örneğin. Yaptıkları “soyut”tu ama sanatı, içinde yaşadığı dünyaya ışık tutuyordu. Bundandır ki evini sorgulamaya gelen nazi gestaposu Picasso’nun Guernica’sına bakıp “Bu resmi siz mi yaptınız?” diye sorduğunda, “Hayır, siz yaptınız” yanıtını almıştır. Zira soyut da olsa ressam orada, onu derinden etkileyen İspanya İç Savaşı sırasında defalarca kez bombalanan Guernica şehrini anlatır. İlk bakışta anlamazsınız ama ressam onu kendi dilinde anlatmıştır. Yalnızca yüreğiyle bakan gözler anlar.

Yine dışavurumcu ressamlardan Edward Munch’ın “Çığlık” tablosuna baktığımızda, sanatçının hissettiği dehşeti derinlerimizde hissederiz aslında. Ressam bir akşamüstü dostlarıyla yürürken, batmakta olan Güneş’e bakar ve “doğanın çığlığını duyduğunu” söyler. Bunun üzerine dehşetini “dışa vurduğu” o meşhur tabloyu resmeder. İnsan sahiden dehşete düştüğü olaylar karşısında ruhunun da aynı böyle donakaldığını hissedebilir. Peki ya Kafka’nın kendini, hayatın keşmekeşi içinde dev bir örümcek olarak tasvir etmesi, babasının onda çocukluktan beri bıraktığı yaraların, acıların ve travmaların bir dışavurumu değil de nedir?

Tüm bu ressamlar, şairler, dahiler gerçekten “sanat yapmak” için mi yoksa toplumu eğitmek için mi resmediyor, kaleme alıyorlardı yaşadıklarını? Bana kalırsa tıpkı yazarın da dediği gibi, “anlaşılmak istiyorlardı”.

“Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.”

– Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar

Bunlar bencilce hislerle veya kibirli dürtülerle yapılan dışa vurumlar değildi bana kalırsa. Bundan yüzyıllar sonra izini bırakmadığınız, varlığınız ve yokluğunuzun bir olduğu bu dünyada yalnızca kemik ve tozdan ibaret olacaksınız. Hepimiz öyle olacağız. Ama işte ölümsüzlüğün formülünü bulan Antik Yunanlılar sanatla, felsefeyle ve bilimle bıraktılar izlerini. Bugün hala Sokrates’in acılarını anlayabiliyor, Kafka’yla empati yapabiliyor, Van Gogh tablolarında sızlayan kulağımızı hissedebiliyorsak; sanatın müthiş telepatisindendir.

Kendinizden bir şeyler bulamadığınız hiçbir sanat eserine çekilmezsiniz. Bunun en temel sebebi de yalnız olmadığınızı bilmeniz, acılarınızı veya sevinçlerinizi 3. bir gözle görmek istemeniz ama elbette en çok anlaşılmak istemenizdir. Bu nedenledir ki her insana mutlaka en az bir sanat dalında yetenek bahşedilmiştir. Sesiniz güzel olabilir, çizim yapabilirsiniz, şiir/öykü veya roman yazabilirsiniz, müzik kulağınız vardır veya seramik yapabilirsiniz. Olmadığını sanıyorsanız, henüz kim olduğunuzu keşfetmemişsiniz demektir. Kaç yaşında ve ne işle meşgul olursanız olun; sanatı hep hayatınızın bir köşesinde tutun. Kendinizi keşfedin ve geç kaldığınızı düşünüyorsanız dahi amatörlüğün, hata yapmanın tadını çıkarın. Kendinizi içinizden geldiği, hissettiğiniz gibi ifade edin. Çünkü hayat, mükemmelliği yakalayamayacağınız kadar kısa.

Şunu unutmayalım, dünya tarihi her birimize birçok konuda tıpatıp benzeyen milyonlarca insan gördü. Adlarını bildiklerimiz; fırça izlerini, mısralarını veya eserlerini bırakanlar. Yaşarken anlaşılmaya mecbursanız, önce kendinizi tanımakla başlayın. Ama her daim sanatla kalın, bu dünyaya bir iz, bir eser bırakın…

Eda Ozceyhan

2015 senesinden beri EAO MAG'in kuruculuğunu ve genel yayın yönetmenliğini sürdürüyorum. Başkent Üniversitesi İşletme ve Anadolu Üniversitesi Sosyal Medya Yönetimi bölümlerinden mezun oldum. Çok küçük yaştan beri yazı yazmak, kitap okumak, şiir ve sunuculuk konularına ilgiliydim. Bunlarla ilgili birçok eğitim alıp, uluslararası yarışmalarda ödüller kazandım. İleri düzeyde İngilizce ve Fransızca, orta düzeyde Yunanca biliyor; boş zamanlarımda seyahat ediyor ve müzikle uğraşıyorum. Uluslararası satış ve pazarlama, dijital pazarlama, PR ve sosyal medya yönetimi konusunda uzmanlaştım.

Yorum Yap

Your email address will not be published.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR