Merhabalar sevgili okurlar…
Alın kahvelerinizi, dumanı üstünde tüten çaylarınızı; tadı dertten demli bir konuya değineceğiz.
Yediden yetmişe kime sorsak aynı. Kısa kısa cevaplar, konuşmaktan, etkileşmekten kaçan topluluklar yani bizler. Her birimizin diktiği duvarlar, duvar gibi ifadeler… Sahi bizi ne bu hale getirdi?
SUSKUNLAR
Her sabah sokaklara dökülen ama birbirini fark etmeyen insanlar. Edward Munch’ın çok ünlü tablosu “Çığlık” gibi ruhlarımızın hali aslında. Kendi notalarında kendi kendine şarkı söyleyen, çığlıklar atan, dışarıda ise ölümcül bir suskunluğun içine kendini hapsetmiş suskunlar tablosu sokaklar, sokaklarımız. Yitik güven duygumuzun griye boyadığı yüzlerimizde neşeden yoksun kalmışlığın derin korkusu var. Bu yüzden olsa gerek “aynen”, “hı hı” gibi ağızlardan zorla çıkan kısa cevapların artışı, bir dahanın ne zaman geleceğinin bilinmediği arkası olmayan “görüşürüzlerin” çoğalması…
KÜRESEL KÖY DERKEN?
İnsanlık deyince atlanmayacak iki büyük dal var; iletişim ve teknoloji. Doğada ham halde bulduğumuz her şeyi ihtiyaçlarımızı ve zekamızı birleştirerek birer ürüne çevirdiğimiz bin yıllar boyunca teknoloji gelişimini insanlıkla beraber sürdürdü. Giderek mekanikleşen, mesafeleri kısalan, her şeyi daha da kolaylaştıran teknolojinin müthiş büyümesi iletişimi kolaylaştırması gerekirken zorlaştırıyor galiba 🙁 Teknoloji demişken, küresel bir köy halini alan dünyamız suskunluğunun esaretinden kurtuluşun yolunu parmak arkadaşlığında bulmuş gibi görünse de işin aslı hiç öyle değil. Görünme kavramının her zamankinden daha önemli olduğu bir dönemde yaşarken diğerlerinden daha az “görünür” olanların özellikle tercih ettiği bir yol sanal arkadaşlıklar. Yüzümüzü göstermeden, sesimizi duyurmadan kendimizi aktarma, diğerleriyle ve dünyayla iletişime geçme ihtiyacımızı en çabuk karşılayan şey sanal ortam. Twitter gibi sosyal medya platformlarına gözümüzü çevirdiğimizde o kadar da zor değil görmek , küresel köy sakinlerinin büyük çoğunluğunun suskunluklarını yırtmaya çalıştığını. Genel kitle gerçek bir kişi ile derin bir sohbet yerine parmak arkadaşlığını seçiyor. Nedeni ise hiç tanınmayan birine karşı daha rahat hissedilmesi. İletişim ihtiyacımız hiç bu kadar güvensiz bir zeminde ilerlememiştir herhalde…
Psikolojik olarak çok yıpranmış durumdayız. “Dikkat GÜVENSİZ Zemin!” uyarısı ise hiçbir yerde yok. Neden olsun ki ama değil mi? Kişiler arası iletişim mi kaldı güven duygusunun yoksunluğuna karşı uyarı olsun?
SESSİZ HAYKIRIŞLAR
Ortalıkta elbette in cin top oynamıyor. Birileri bir şeyler pekala söylüyor, anlatıyor kendini. Kendini ve ahvalini. En susmaması gereken şey sanat iken sanatın bile sustuğu bir devirdeyiz. Müzik suskunluklardan, resim donuk bakışların altındaki kırılganlıklardan, edebiyat gerçekten yaşanan iletişim dramının gözyaşlarından, fotoğraf sessizce varlığını sürdürmeye çalışan duygulardan besleniyor. Sinemada, tiyatroda dikkat edin hep susan, içinde yaşayan bir karakter veya tipleme var. Bunca aşkı, sevgiyi ve hatta nefreti hangi ses bağıracak? Sezen Aksu’nun şarkıları mı? Hikmet Çetinkaya’nın gelincik tabloları mı? Birbiri ardına gelen sinema ve tiyatro yapıtları mı? Şık sunmuyoruz, bizim sınavlar çoktan seçmeli değil 😀
Hepsi tabii.
Ama sanatın beslendiği sessiz haykırışlar bile “içimizdeki yalnızlığın” ürünü.
İçimizdeki bu yalnızlıktan diyaloğa ne zaman geçiş yapacağız? Konuşacak hiçbir şeyimiz kalmadığında mı?