Gece
Gündüz

Ekran001- İçimizden Taşanlar

25 November 2020
yazdı
4 dk'lık okuma

Yine, yeniden “Ekran” yazı serim ile buluşuyoruz.  Bu sefer konumuz içimizden taşan tüm duygular. Evet, duygular diyorum çünkü ekran başında bir işi izlerken duygudan duyguya sürükleniyoruz ve genelde yorum yapma ihtiyacı hissediyoruz.

Ekran önünde bir işi izlerken çoğu zaman izlediğimiz olayları ve karakterleri benimsiyoruz, onlarda kendimizden parçalar buluyoruz ve farkında olmadan ekranın tam içine giriyoruz. Bazen bu sürüklenişimizin dozu kaçıyor. İşte tam olarak bundan bahsetmek istiyorum. İzlenilenin bir kurgu olduğunu benimsemek çoğu insan için zor çünkü kendi hayatlarındaki eksiği, izlediği o karakterde görüyorlar. Çoğunlukla yaşanmak isteyip yaşanamayan duygular, belki de hayat, televizyonda izlenilen bir karakterin yaşadıkları oluyor. Hal böyle olunca gerçekmiş gibi sahipleniyorlar onu. Bazen sevgiyle sahiplenilen, gidişat kendilerine uymayınca nefrete bile dönüşebiliyor. Ama aynı zamanda bu bahsettiğim sürükleniş, her bakımdan başarıyı beraberinde getiriyor. Yani bir işe kitlelerin sürüklenmesi, karakterleri benimsemesi, onların hayatlarına özenmesi ve onlarla bağ kurması demek o işin başarılı olması demek.

Peki iş sadece seyircide mi olmalı? Bence değil. Çünkü duygu dediğimiz karşılıklı olmalı. Ekrandan bize, bizden ise ekrana geçmeli. Burada iş hem senariste hem yönetmene hem de oyuncuya düşüyor aslında. Ve en önemlisi de sosyal medyaya.. Çünkü zaten bütün bu içimizden taşanları sosyal medyaya dökmüyor muyuz biz? Tüm nefretimizi, sevgimizi, korkularımızı kısaca o işe dair kafamızda ne varsa hepsini klavyemizde harmanlayıp” hashtag” dediğimiz etiketler yardımı ile neredeyse tüm insanlığa duyurmuyor muyuz? Ama bir kısım insan var ki onların içinden taştıkları kimseciklerin içinde yer bulamıyor. Onların unuttuğu bir şey var aslında, o karakterler gerçek değil ama o karakterlere ruh veren herkes gerçek.. Yani onlar da bizim gibi insan. Oyunculuk zaten bu demek değil mi? Oyuncular, insanı insana kendince teknikler kullanarak anlatmaz mı?

Ya bizim tek ihtiyacımız sevgi değil mi? Sevilince içimizdeki boşluklar dolmaz mı zaten? Yapamıyoruz. Birbirimizden nefret etmeden yapamıyoruz. Bu nefretlerin bir de sınıfları var biliyor musunuz? Yani benim kendi sınıflarım bunlar, kendimce yani.. Benim özellikle dikkat ettiğim ve bahsetmek istediklerim Seyirci-seyirci nefreti, seyirci-oyuncu nefreti daha sonra bir de oyuncu-oyuncu nefreti.. Daha çok sayarım bu liste tükenmez.

Seyirciler kendi içlerinde anlaşamayıp kendilerince karakter savaşlarına giriyorlar. Kendi aralarında kutuplaşıyorlar yani.. Bunu şöyle özetleyeyim her karakterin kendi kitlesi var ve taraftarları hep o karakterin başına güzel şeyler gelsin istiyor..  İnsanlar olarak kendi aramızda kutuplaştığımız yetmiyor gibi bir de dizi karakterleri arasından kutuplaşıyoruz..

 

Seyirci-oyuncu nefreti olayından bahsettim biraz yukarıda. O da aslında sevilmeyen bir karakteri oynayan oyuncunun kendisini de sevmemek meselesi. Yani oyuncuyla karakteri ayıramamak. Hal böyle olunca nefret okları  karaktere değil oyuncuya da saplanıyor.. O oyuncunun da duyguları olduğunu ve üzülebileceğini düşünmelerinden zaten bahsetmiyorum bile..

 

Gelelim oyuncular arası nefrete.. Bu genelde üstü kapalı göndermeler ışığında gerçekleşen ve sosyal medya üzerinden kitlelerin merak etmesini sağlayacak şekilde isim vermeden yapılıyor.. Bu konu aslında en çok dikkatimi çeken konu. Ekranda o kadar çok iş var ki. Haftada 7 günümüz var ve 7 tane ulusal kanalımız.. Hal böyle olunca kanallar her günlerini bir diziyle dolduruyor. Bir günde yaklaşık 7 dizi yayında oluyor.. Kimileri reyting savaşına yeniliyor kimileri kanalların matematiklerine uymuyor.. Birbirine rakip olan tonla iş ve tonla oyuncu varken amacın çoğunlukla ben bundan daha üstün olmalıyım ki aynı gün benim dizimi izlesinler mantığı geçerli  ama işin nefrete gittiğini görmek üzüyor.. Sevin birbirinizi. Dijital bir kameranın çektiği dijital bir dünyada bilgisayar efektleri ile kurgulanan ve neticesinde teknolojik bir alet olan televizyondan izlediğimiz her şey gelip geçici ama sevgi kalıcıdır..

Bütün bu gözlemlerim dışında bir şey daha eklemek istiyorum. Şu son dönemlerde seyircinin tahammülü, dizi süreleri dolayısıyla azalmışken çok zorlanıyor ve işlerin kaliteleri de süreler arttıkça düşüyor.. Bazı istisnalar olsa da genelinin böyle olduğu ortada.. Böyle olunca oyuncuların dizileri çekerken çok zorlandıklarına şahit oluyoruz. Bu insanlar kendilerinden çok karakterleri ile vakit geçiriyor.. Neticede bir hafta içerisinde yaklaşık iki buçuk saatlik bir iş yetiştirmek hiç kolay değil.. Bütün bunları cebe atarsak oyuncuların da tahammül seviyeleri de düşüyor. Üzüldüğüm nokta, ego denen o illete yenilip acıyı seyirciden çıkarma meselesi..

 

İçimizden taşanlarda bir orta yol bulunmalı.. Ben bunları yazarken aklımdan geçen aslında bir orta yol meselesi. Nasıl olacak bilmiyorum ama böyle nefretlerin azalması karşılıklı sevgi ve en önemlisi saygının artması tek temennim. Çünkü oyuncular seyirci için iş yapar, seyirciler de oyuncuların işlerini izlemek için ekran başında oturur.. Karşılıklı bir iş yani.. Ekrandaki tüm işlerde de zaten bir sevgi savaşı yok mu?İzlemeye doyamadığımız tüm karakterler biz insanlar gibi sevilmek istemiyor mu?  Her şey önce nefesle başlayıp sonra sevgiyle yol almaz mı? Ben bu yazıyı hem sıkı bir sosyal medya kullanıcısı hem de sıkı bir seyirci olarak yazıyorum. Ve bir seyirci olarak tek amacımın sevgiyle beslenmek olduğunu belirtip yazımı burada noktalıyorum. Sevgiyle kalın..

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR