Gece
Gündüz

Ahlat Ağacı

7 November 2020
yazdı
6 dk'lık okuma

Ahlat Ağacı’nı Okumak

Seni de, kendimi de hatta bazı açılardan dedemi de bu ahlata benzettiğim oluyor bazen. Ne bileyim, uyumsuz, yalnız, şekilsiz… Özbenliğini inkar etmenin manasızlığı karşısında çaresiz bir yakarış Nuri Bilge Ceylan’ın son eseri; ilmek ilmek işlediği filmografisine, narince kondurduğu inci tanesi. Kusursuz sinematografisi ve barındırdığı ince metaforlarla göz alıcı bir şaheser.

Sinan’ın tek derdi babasında, dedesinde ve hatta memleketi olan küçük kasabadaki asalak insanlarda olmayıp da kendisinde olan bir şey bulmaktı. Yazdığı kitap, Ahlat Ağacı, bu insanlarla arasına örmeye çalıştığı duvardan ibaretti yalnızca.

Çevresindeki insanlar hayatı boyunca hata yapmıştı. Annesi, zamanında severek evlendiği kocasından yakınıp duruyordu. Tek yaptığı dırdır etmekti. Babası, defalarca söz vermiş olmasına karşın kumardan vazgeçememiş, tek bildiği edebiyat yapmak, kimseyle anlaşamıyor bile. Köylerindeki imam toplumdaki konumuna bakmadan ağaçlardan elma çalıyor. Zamanında sevdiği kız Hatice, zorla evlendirilmeye karşı koyamayan, çaresiz, umutsuz bir kadın haline gelmiş. Bir de kendini teselli edişi yok mu… ben halimden memnunum diye. Hani o televizyonlarda gördüğü ışıklı caddeler, yağmur altında kol kola gezen aşıklar?

“Zamanında ayrılık ihtimalini hiç göz önünde bulundurmadan Polyannacılık oynayın, sonra hayatın gerçekleri bir tarafınıza girince böyle suçu başkalarına atın…” Eylemlerin sonuçları vardır, katlanılması gereken. Peki neden bir oğul, babasının hatalarının yükünü taşımak zorunda? Okuduğu Albert Camus kitaplarıyla kafayı bozmuş, Nietzsche’den alıntılar yapmayı seven genç, varoluşuna bir anlam vermeye de çalışır aslında. Bu dünyaya atalarına benzemek, onların yolundan gitmek için mi gelmiştir? Kader kavramı bu kadar sert ve acımasız mıdır?

Sinan’ın kader ile büyük bir sorunu vardır. Annesi, yaşadığı tüm kötü günlere, kocasından ettiği tüm şikayetlere rağmen, eskiye dönme şansı olsa yine o adamla kaçacağını söylediğinde kulaklarına inanamaz. İnsanların kendini öylece akışa bırakmasına dayanamaz Sinan. Bunu bir zaaf olarak görür, insanın üstünlüğüne edilmiş bir hakaret gibi.

“Bırak hoca, ne kaderi. Sen de temelli kestirmeci olmuş çıkmışsın. Hatalar, günahlar, suçlar, kader mi olmaya başladı yine? Ortada hayal kırıklığı varsa kader, başarı varsa biz yaptık ettik oluyor nedense.” Elma hırsızı imamların karşısında sıkı bir rasyonalist tutum sergileyen Sinan, aradığı cevabı dinde bulamaz. Ne de olsa “inanç, doğruyu bilmeme isteğidir.” Eserin en riskli sahneleri bu bölümdedir. Aynı zamanda imamlar arasında “sahabe popülaritesi” konusundan yola çıkılarak tarih boyunca insanların yakasını bırakmamış bir muhafazakâr-yenilikçi tartışması yaşanır. Her zamanki gibi kazanan olmaz.

Fikri olarak kimseyle anlaşamayan Sinan’ın bu mental yalnızlığı, kamera teknikleri ile bize görüntülü olarak sunulur. Defalarca genci, büyük bir kadrajda yalnız başına görürüz. Hemen aşağıdaki görselde olduğu gibi… Sinan, tüm kasaba karşısında tek başına, yalnız yürümektedir. Arkasını kollayarak…

“Aslında o kadar önemli biri olmadığımız ortaya çıktığında neden üzülüyoruz ki? Bunu temel bir aydınlanma hali olarak ele alabilsek daha iyi olmaz mı?” Madem bunu bir aydınlanma hali olarak görebileceksin; o halde nedir tüm bu sıyrılma çabaları? Aslında o kadar önemli biri olmadığının ortaya çıkmasından neden bu kadar korkuyorsun? Babanın köpeğine olan sevgisini, senin kitabını bastırma konusundaki hırsından daha aşağı yapan nedir? Kitapçıda karşılaştığı yazar Süleyman ile gerçekleştirdiği ukala sohbetinde en göze çarpan soru: “Birinin sahip olduğu ve çok sevdiği ama varlığının farkında bile olmadığı bir şeyi, belki insanlığı bir adım öne taşıyacak bir eylem uğruna, sahibinin rızası olmadan feda etmek uygun mudur?” Sinan kendi kitabını insanlığı ilerletecek kadar değerli görürken, babasının köpeğine olan sevgisini bunun karşısında bir hiç saymaktadır. Yazar ile arasındaki unutulmaz sözlü savaş da şüphesiz filmin en yüksek sahnesidir. “İşte sizin toy kafanızın anlayamadığı şey de bu! Hayatta tek bir gerçek yok!” Sinan bu konuşma boyunca yazarın deyimiyle iflah olmaz bir romantik profili çizer.

Nuri Bilge Ceylan, insanını en iyi tanıyan sanatçılardan. Çanakkale’deki çay bahçesinde bütçe hesabı yapan piyangocu, Sinan’ın öğretmen olamadığı için polis olan; stresini eylem yapanları döverek çıkartan fütursuz arkadaşı (polisliğe yapılan atanamayan öğretmenlerin buluşma noktası tanımı da gözden kaçmaz), elma çalan imam… gibi karakterler de “memleketimden insan manzaraları” tarzı içeriklerdir. Aynı zamanda “Buralarla alakalı bir metin yazılacaksa, meydanda şarkı söyleyip turistleri eğlendiren yaşlı amca konu alınmalı.” sözüyle Sait Faik’e de bir selam gider.

Değerli bir metafor, Truva Atı konusuna gelelim. Sinan köprüdeki heykelciğin kırık parçasını hiçbir sebep yokken denize attı. Neden yaptı bunu? Gencin toplum ile uyumsuzluğunu gösteren en değerli işaret budur; tıpkı babası hatta bazı açılardan dedesi gibi. Kendisini gören bir vatandaşın şikayeti üzerine zabıta Sinan’ı kovalamaya başlar. Genç, meydandaki Truva Atı’nın içine saklanır, ancak bulunur. Sonrasında ise bunun bir rüya olduğunu anlarız. Peki metafor nerede? Köprüdeki kırık parçanın suya atılması ile toplumun, devletin malına zarar veren genç, hemen ardından gidip Truva Atı’nın içine saklandı. Truva Atı neyi sembolize eder? İhaneti…

Ailesi tarafından küçük görülen İdris de boş adam değildir. Çok iyi konuşur eşinin deyimiyle, öyle bakakalırsın… “Neler yaşadım, ne insanlar tanıdım. Çoğunu unutmuş olsam da unutuşun bile bir cazibesi var bence.” Evde parası kaybolan oğlunu, parayı kendisinin almış olabileceğini öne sürerek zor durumda bırakır. Ne de olsa sefil, işe yaramaz biridir onun gözünde. Para çalmak ancak onun gibi birinden beklenir. Tüm bu imalar karşısında oğlu babasına tutup da paramı sen aldın diyemez tabii ki. Bu durum İdris’in tecrübesiz genç karşısında kurduğu bilinçli bir üstünlükten ibarettir. Daha sonra Sinan, köpeğine kayıp ilanı çizen babasına bilmeden kumar iftirası atarak iyice zor durumda kalacaktır.

İdris’in tüm olumsuz görüşlere rağmen su çıkarmaya çalıştığı kuyu, adamın hayatını sembolize eder aslında. Tüm hayatı, kendisine öğüt veren insanları dinlemeden kazdığı kör bir kuyu gibidir. İdris, sonunda ikramiyesini alıp yeni bir hayata, istediği hayata başladığı zaman, o kuyuyu kazmaktan vazgeçecektir. Artık bir önemi kalmamıştır çünkü. Hayatının boş uğraş dönemi sona ermiştir. Şimdi ise kazmayı devralacak birine ihtiyaç vardır. Kitabını güç bela bastırdıktan sonra askere gidip gelen Sinan, döndüğünde yazdıklarını okuyan tek kişinin babası olduğunu öğrenir. Üstelik adam, kitap ile alakalı bir gazete küpürünü de cüzdanında saklamaktadır. Sonunda Sinan, insanlığı öne taşıma çabalarından vazgeçmeye, onu gerçekten anlayan tek insanı takip etmeye karar verir. Ya bu deveyi güdecektir ya da bu diyardan gidecektir. Diğer bir deyişle ya asacaktır kendini o kuyuya ya da alacaktır eline kazmayı ve işe koyulacaktır. Kararını çabuk verir. Bundan böyle hayattan tek beklentisi ulaşacağı bir damla su olmuştur.

Ahlat ağacının yamuk yumuk, şekilsiz meyvesi; dalından koparıldıktan sonra bir süre bekletilirmiş, olgunlaşabilmesi için. Üniversite’den mezun olan Sinan’ın kasabasına dönüp, tanıdığı neredeyse herkesle baştan yüzleşmesi gibi. Gel de hayran olma şimdi.

Görseller:

1. görsel

2. görsel

3. görsel

4. görsel

5. görsel

6. görsel

 

 

 

 

 

1 Comment

Yorum Yap

Your email address will not be published.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR