Gece
Gündüz

The Seventh Seal – Yedinci Mühür

27 November 2020
yazdı
15 dk'lık okuma

The Seventh Seal – Det Sjunde İnseglet – Yedinci Mühür

Ve Kuzu yedinci mühürü açınca göğü bir sessizlik bürüdü. Bu yarım saat kadar sürdü. Ve yedi melek ellerindeki yedi borazanı çalmaya hazırlandılar. Birinci melek borazanını çaldı…

Sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden birisi olarak görülen ve psikolojiyi sinemanın içerisine entegre eden ilk yönetmenlerden birisi olan Ingmar Bergman’ın en unutulmaz eserlerinden birisi olan “The Seventh Seal” filmiyle bugün karşınızdayım.

Ingmar Bergman Hakkında

Daha önceki yazılarımda izlediğim tarzda bir kurguyla filmi yorumlamadan önce hem filme hazırlanmanız hem de benim favori yönetmenim olan Ingmar Bergman hakkında biraz fikir sahibi olmanız için kısaca bu usta yönetmenin hayatını özet geçmek istiyorum.

İsveçli Protestan bir papazın oğlu olarak dünyaya gelen Ingmar Bergman, uzunca süren sinema kariyeri boyunca filmlerinde bu çocukluk günlerini adeta ilmek ilmek işledi. Erken yaştan itibaren tiyatroya ve filmlere ilgisi olan usta, yönetmenlik kariyerine tiyatro yönetmenliği yaparak başladı. 1946 yılında ilk sinemasal yönetmenlik deneyimi olan “Kris” filmini çeken Bergman, sayısız başyapıt sığdırdığı kariyerini 2003 yılında yönettiği “Saraband” filmiyle noktalayarak tam 57 senelik bir aktif yönetmenlik hayatı sürmüştür. Daha önce söylediğim gibi sayısız başyapıt sığdırdığı bu muhteşem kariyerinde genellikle toplumsal sorunlardan uzak durarak, insanın içindeki sorunlara ışık tutan Bergman, filmlerinde genellikle umutsuzluk, varoluş ve inanç sorgulamaları, bunalım ve sessizlik gibi bireysel temalar seçmiştir. Kariyeri boyunca yapımlarında sürreal bir atmosfer tercih eden ve bu durum yüzünden sıklıkla eleştirmenler tarafından gerçekçilikten kopuk olmakla itham edilen Bergman, rüzgarsız bir gündeki berrak su birikintisi misali insanların gerçek yaşamlarında sıklıkla yaşadıkları psikolojik sorunları filmlerine yansıtarak bana göre insanların sorunlu günlük yaşantılarının birer portresini çiziyor. Bu sayede soyut konular işlemesine rağmen benim için en gerçekçi yönetmenlerden birisi olan Bergman, her sahnesiyle benim hayatıma dokunmayı başarmış bir yönetmen aynı zamanda. 2007 yılında hayata gözlerini yuman Bergman, 1950-1970 yılları arası çıkardığı filmlerle birçok usta yönetmene ilham ve yol gösterici olmuştur.

Film Hakkında

Sinema tarihinde işlenebilecek en ciddi konuların başında gelen ölüm ve insanın varoluş sancısının bir resmi olan yapım, genel hatları itibariyle sürreal bir atmosfere sahip,  zaman zaman başvurduğu mizah silahıyla hiciv özellikleri taşıyan ve işlediği simgesel Orta Çağ temasıyla alegorik bir psikolojik dram filmidir.

İnsanlığın ilk zamanlarından günümüze kadar değişmeyen ve insanlık tarihinin kaderine yön veren bazı olgular vardır. Varoluş kaygısı ve anlam arayışı bu olgular arasından belki de en önemlileridir. Geçmişte insanlığa katkıda bulunmuş felsefecilerin ve bilim insanlarının çoğu bu iki olgu arasında sürüklenmiştir. Düşüncelerini bu iki olgunun pençesinde keşfeden bu insanlar kendilerinden sonra gelenlere de bu iki olgu arasında düşünmeyi teşvik etmişlerdir. Her insanın hayatlarının elbet bir kısmında karşılaşacağı bu kaygıyı ben ilk duyduğum zamanlarda izlediğim “The Seventh Seal” o tarihten bu yana benim en sevdiğim ve hakkında en çok kafa yorduğum filmlerin başında geliyor.

Kaçınılmaz olan ölüm olgusunu Orta Çağ portresi üzerinden izleyiciye aktarmaya çalışan filmin, Jean-Paul Sartre’nin varoluşçu fikirlerine paralel bir ilerleyişi vardır. Bergman filmlerinin imzası haline gelmiş olan bu temayı ben en çok bu yapımda hissettim. Resmettiği “Ölüm” karakteri ve satranç temasıyla sinema tarihinin en kült yapımları arasında bulunan film, aynı zamanda usta yönetmenin adını ülke sınırları dışarısında duyulmasını sağlamıştır. Tiyatro geçmişinden ötürü yapımlarında şiirselliği ön plana çıkaran Bergman bu filmiyle seyircisine, büyüdüğü ortama bir tepki olarak tanrının sessizliğini ve dünyanın değil insanların kötü olduğunu buram buram hissettirmiştir.

Stanley Kubrick’ten Martin Scorsese’ye, Woody Allen’dan Robert Eggers’e kadar oldukça geniş bir yelpazede birçok yönetmenin etkilendiği bir film olan “The Seventh Seal” günümüzde “yedinci sanat” olarak görülen sinemanın ilk din ve onun üzerinden yapılan toplum eleştirilerinden bir tanesi olarak görülmektedir.

Bergman filmlerinin tanıdık yüzlerinden olan Max von Sydow, Gunnar Björnstrand ve Bibi Andersson’un rol aldığı bu efsane yapımda Bengt Ekerot performansıyla sinema tarihinin en unutulmaz karakterlerinden birisi olan “Ölüm”e hayat vermiştir.

Filmin Özeti

14. yüzyılda yaşayan Antonius Block ismindeki bir şövalye inandığı Tanrı’sı için Haçlı Seferleri’nde on yıl boyunca “Kutsal Topraklar”da savaşmış ve kan dökmüştür. Bu on yıl içinde ölümden bıkan ve inancından iyice kopmaya başlayan şövalye dönüş yolunda ülkesinin bir veba salgını tarafından sarıldığını öğrenir. Kafasını dolduran anlam kavramlarıyla boğuşan şövalye bir gün uykusundan uyandığında yanı başında bütün siyahlığıyla dikilen ‘Ölüm’ü görür. Hayatı için Ölüm’e meydan okuyan ve onu bir satranç maçına davet eden şövalye, bu mücadele sırasında hayatının amacını aramaya koyulur.

(UYARI: Yazının bundan sonraki kısmında spoiler -film hakkında seyir zevkini etkileyen bilgiler- vardır.)

Normalde bundan önce yazdığım iki yazıda da bu kısımda sizlere baştan sona filmi anlatmaya çalışmıştım. Hakkında yazı yazdığım filmler arasında neredeyse mükemmel işlenmiş teması sayesinde anlamı kişiden kişiye en çok değişen filmlerden birisi olarak gördüğüm bu yapımdaysa bir farklılık yapmak istiyorum. Sizlere bu sefer filmi anlatmak yerine yapımda en çok etkilendiğim sahneleri gösterip, bu sahnelerin bana yaşattığı duyguları ve düşünceleri sizinle paylaşmak istiyorum. Bunu sahnelerin filmde gözükme sırasına göre yapacağım için sahnelerin altında filmle alakalı seyir zevkini etkileyen bilgilere rastlayabilirsiniz.

Ve Kuzu yedinci mühürü açınca göğü bir sessizlik bürüdü. Bu yarım saat kadar sürdü. Ve yedi melek ellerindeki yedi borazanı çalmaya hazırlandılar. Birinci melek borazanını çaldı…

Kutsal Topraklar için senelerce vatanından, ailesinden ve rahatından uzak düşmüş Şövalye Antonius Block, varoluş sancıları yaşamakta ve hayattaki değerlerini, eylemlerini ve amacını sorgulamaktadır. Yaptığı hareketlerden tanrıyı bulma ve inancına tekrar sarılma arzusu taşıdığını gördüğümüz şövalyenin yanında onun kaderini çizecek olan satranç takımı bulunmaktadır. Hiç beklenmedik bir anda “Ölüm” tarafından ziyaret edilen şövalye onu hayatı için bir satranç maçına davet eder. Senelerce savaşmış, kan dökmüş ve öldürmüş birisi olarak “Ölüm”ün uzun zamandır yanında olduğundan haberdar olan Block, oyun sırasında onunla sohbetine devam eder.

Zaman kavramından tamamen bağımsız bir olgu olan “Ölüm” bu daveti kabul eder. Şövalyeye bunu neden yaptığını sorduğundaysa aldığı cevap bir tokat niteliğinde olacaktır. “Hayatımda ilk kez anlamlı bir şey yapmak istiyorum.” diye cevap veren Block, bu cevabıyla “Ölüm”e uzun yıllar boyu inancının gereği doğrultusunda savaşmasına rağmen bunun yeterince anlamlı olmadığını ve bu yüzden inancından iyiden iyiye uzaklaştığından bahseder.

Yeni döndüğü ülkesini kara vebanın pençesine düştüğünü öğrenir. Kutsal Topraklar için savaşmanın bedelinin bu olmamasını düşünen şövalye Block ve seyisi Jof içlerinde bulundukları durumu anlamlandıramamakta ve bu yüzden hayatta verdikleri kararları sorgulamaktadırlar. Yollarının üzerinde bulunan bir kilisede duran ikili, farklı olguların ve kavramların peşine düşerler. Kilisenin duvarlarına kara vebayı anlatan çizimler çizen bir ressamla konuşan Jof, insanların korku sayesinde daha çok düşüneceklerini ve düşündükçe daha fazla papazlarla konuşacaklarını fark eder. Duvarda bulunan veba resimleriyle bizleri ilerleyen dakikalara daha iyi hazırlayan yapım mesajını tam bu noktada güçlendirmeye başlıyor. Bütün izlediğim filmler arasında en beğendiğim sahnelerden birisi bu. Şövalye Block, hem günah çıkarma hem de içindeki düşünceleri birisine anlatmak için papaz sandığı kişinin yanına gider.

Bizim Block’un konuştuğu kişi bilmemize rağmen bir şey yapamamamız benim hayatımda gördüğüm en iyi metaforlardan bir tanesi değerli okuyanlar. Bu metafora birazdan geleceğim. Eskiden inancının olduğu yerde şimdi bir boşluk olduğunu söyleyen Block, kendisini bir aynada gördüğünü ve bu görüntüden tiksindiğinden bahseder. Bu sahnede anlarız ki Block aslında inancını tekrardan kazanmak için uğraşıyor. Tekrardan inanmayı ve bütün bu yaşantısına bir anlam yüklemeyi isteyen şövalye tekrardan “normal” birisi olmayı diliyor aslında.

“İnsanların duyularıyla Tanrı’yı kavrayabilmesi o kadar imkansız mı? O neden yarım vaatlerin ve görülmeyen mucizelerin ardına saklansın ki? Kendimize inancımız yoksa başkasına nasıl inanç duyabiliriz? Benim gibi inanmak isteyen ama yapamayanlara ne olacak?”

Bu cümlelerle sitemini dile getiren şövalyemizin tek istediği şey bir cevap, bir işaret. Ancak Tanrı sessizlik içerisinde gömülüdür. Metaforu açıklamanın zamanı geldi. Bütün bu itiraf sırasında bahtsız şövalyemiz Block’un papazla değil “Ölüm”le konuştuğunu bilmemiz ve bu duruma ses bile çıkartamamamız usta yönetmen Bergman’ın vermek istediği mesajı oldukça başarılı bir şekilde pekiştiriyor. Açıkça bizi her şeyi gören bir yere koyan ve izleyicisine vasıflar yükleyen Bergman, her defasında inanmak istediğini ve bunun için neden aradığını ancak bir cevap bulamadığını söyler. Ve böylece Tanrı’nın sessizliğini kanıtlamış olur.

Bütün bir filmi özetleyen cümleler dökülür Block’un dudaklarının arasından. “Tüm yaşamım nafile bir arayıştan, anlamsızca konuşmalardan başka bir şey değildi. Kızgınlık ya da sitem duymuyorum. Çünkü çoğu insanın yaşamı, benimki gibi. Ama kalan süremi anlamlı bir işte kullanmak istiyorum.”

En başından beri bütün konuşmasını bir papaza yaptığını düşünen Block, satranç maçında uyguladığı stratejiyi açığa vurur. Ve Ölüm bunu unutmayacağını söyleyerek Block’a gerçek yüzünü gösterir.

Yol üzerinde uğradıkları bir köyde Jöns, dilsiz bir kızı tecavüzden kurtarır ve kızı yanına alır. Olumsuzluklardan kırılan ülkeye birazcık olsa da neşe saçmayı amaçlayan bir gösteri grubu, şövalye ve seyisinin konakladıkları köyde halkı eğlendirmek için bir tiyatro oyunu sergilemektedir. Her şeye rağmen neşe saçmayı amaçlayan bu grup, yozlaşmış ve artık kötü diyebileceğimiz halk tarafından gösteri boyunca aşağılanırlar. Tam olarak bu noktada bozulan ve değişen şeyi dünya değil insan olduğunu anlarız. Derine inildiği zaman en dip nokta olan bireyin bozulmasıyla oluşan süreç zamanla toplumun bozulmasına, toplumun bozulmasıysa zamanla ülkenin ve dünyanın bozulmasına yol açacaktır. Bütün Bergman filmlerini izlemiş birisi olarak usta yönetmenin bu nokta bir mesaj vermek istediğine eminim. Dünyanın bozulmasının nedeni Tanrı veya değişen dünya yapısı değil. Bunun tek sebebi insanların içinin bozulmasıdır. İnsan kendisini düzeltmedi sürece çevresini ve dünyasını zehirlemeye devam edecektir.

Zaten halkın alayları yüzünden oyunlarını zar zor sergileyen bu tatlı grubun performansını, kendini kırbaçlayarak “cezalandıran” bir grup tarafından bölünür. Usta yönetmen, kendini kamçılayan, kafasında dikenli taçlarla dolaşan, ceza için kendilerine sürekli ceza veren bu grubun tüyleri diken diken eden manzaranın etkisini arka plana koyduğu müzikle bambaşka bir seviyeye taşımıştır. Dini grup, köy meydanına girdiği anda daha demin tiyatro ekibiyle dalga geçen köy halkı teker teker diz çöküp, af diler. Çünkü artık onların hareketlerini gören, birebir izleyen ve yaptıkları hareketler için onları anında cezalandırabilecek birileri vardır. Yani köy insanları inandıkları Tanrı’dan veya onun koyduğu kurallardan değil yine kendileri gibi insanlardan korkmaktadırlar.

Bütün bu hengame bittikten ve dini kafile yoluna devam ettikten sonra gördükleri manzaranın korkutuculuğuyla meyhanede kendi aralarında konuşan köylülere varır gözlerimiz ve kulaklarımız. Yaşadıkları korkunun etkisiyle çevrelerinden duydukları kötü hikayeleri birbirine anlatan köylüler kıyamet gününden ve sonralarının geldiğinden bahsederler. Tam o anda aynı meyhanede zar zor kazandığı parayla karnını doyuran Jof, halk tarafından tacize ve zulme uğrar. Sadece eğlence olsun diye zayıf, çelimsiz ve kavga istemeyen bir adamı döven, ona bir şeyler fırlatan ve alay eden halkın kötücül tavrını bir kez daha görürüz. Bütün bu hareketleri yapan halk az önce din grubu aracılığıyla Tanrı’dan merhamet dileyen halkla aynıdır. Bütün bu dalga geçenlerle az önce sonumuz geldi, kıyamet kapımızda diyenler aynı kişilerdir. İnsanın pişmanlığı anlıktır ve en ufak bir durumda bütün yaşananları unutup hayatlarına devam edebilirler. Jof’a yapılan bu zulmü o sıra meyhaneye giren seyis Jöns durdurur ve Jof’un köylülerden kurtulmasını sağlar.

Jof, karısı ve yeni doğmuş bebeklerinden oluşan gösteri grubu artık şövalyenin kervanına katılmıştır. Bütün ekip mutlu bir şekilde zaman geçirip sohbet ederken Block aralarından ayrılarak köşeye çekilir. Ölümle dansına kaldığı yerden devam eden Block, oyun sırasında bir tarafında hayatın karşısındaysa Ölüm’ün durduğunu fark eder. Aradığı anlamın bu olduğunu anlayan Block artık kendi hayatı için değil çevresinde bulunanların hayatı için bu oyunu oynamaya başlar. Çünkü Ölüm orada bulunan bütün hayatların yanındadır.

Ancak ortada şöyle bir sorun vardır. Ölüm ne olursa olsun bu maçı kazanacaktır. Çünkü ölüm mutlak ve kaçınılmazdır. Block’un artık tek amacı çevresindeki hayatları kurtarmak olmuştur. Mola verdikleri sıralarda küçük danslarına devam eden Ölüm ve Block, Jon tarafından görülür. Gözlerine inanamayan Jon, karısını uyandırarak buradan kaçmaları gerektiğini, Ölüm’ün burada olduğunu söyler. Aradığı anlamlı hareket şansını yakalayan Block, gösteri grubunu oluşturan ailenin kaçmasına fırsat vermek için bilerek satranç taşlarını bozar. Ölüm, Block’un bu hareketi kendisinden kurtulmak için yaptığını düşünür ve kendisini aldatamayacağını söyler. Bütün bu olaylar sırasında gösteri grubu kafileden fark edilmeden ayrılmayı ve Ölüm’e yakalanmamayı başarır. Block, amacına ulaşmıştır ve kalan sürelerini anlamlı bir işte kullanmıştır. Bunun huzuruna kavuşan Block için oyunun artık bir önemi yoktur ve yenilgiyi kabul eder. Ölüm, Block’a bundan sonraki karşılaşmalarının kendisi ve arkadaşları için son olacağını söyler. Gruptan ayrılarak kendi yollarını çizmeye çalışan gösteri grubu korkunç bir fırtınaya yakalanırlar. Yakınlarından Ölüm’ün geçtiğini hisseden aile korku içerisinde birbirlerine sokulurlar.

Gösteri grubunun ayrılmasıyla beraber kişi sayısının azaldığı kafile, Block’un uzun yıllardır ayrı kaldığı eşine ve şatosuna yolculuklarını tamamlarlar. Uzunca süren bir ayrılık sonrası Block’u tekrardan gören karısı onun değiştiğini ve aynı olmadığını hemen fark eder. Kafile, Block ve eşi yemek masasının çevresinde yemek yemeye otururlar. Bu apaçık şekilde “The Last Supper” tablosuna bir göndermedir. Block’un eşi yazımın başında sizlerle paylaştığım cümleleri kutsal kitaptan söylemeye başlar. “Ve Kuzu yedinci mühürü açınca göğü bir sessizlik bürüdü. Bu yarım saat kadar sürdü. Ve yedi melek ellerindeki yedi borazanı çalmaya hazırlandılar. Birinci melek borazanını çaldı…”

Kadının ağzından tam bu cümleler dökülürken kapı çalınır. Seyis kapıya bakmaya gider ve kimseyi göremez. Geri döndüğündeyse ekibin karşısında ölüm vardır. Karşılarında Ölüm’ü bulan ekip teker teker kendilerini tanıtmaya başlar ve tam o sırada insanın acizliğini kanıtlayan bir sekans yaşanır. Filmin başında Ölüm’den korkmadığını söyleyen Block, çaresizce Tanrı’dan af dilemeye ve dua etmeye başlar. O zamana kadar inancıyla ilgili pek fazla bir şey söylemeyen seyis Jöns’ün ağızlarından Bergman’ın o tarihe kadar içinde tuttuğu ve bir türlü dışarıya vuramadığı kelimeler dökülür. “İçine düştüğünüzü söylediğiniz o karanlıkta, hepimizin karanlığında, yakarışlarımızı dinleyecek, acılarınızdan etkilenecek kimseyi bulamayacaksınız. Gözyaşlarınızı silin, duygularınızı dizginleyin.”

Bu sahneye kadar ağzından tek bir kelime çıkmayan dilsiz kız, dizlerinin üstüne çökerek “Artık bitti.” diye karşılar Ölüm’ü.

Bu karşılama sonrası tekrardan gösteri grubuna çevrilir gözlerimiz. Hava aydınlıktır, yaşanan fırtınadan eser yoktur. Mutluluk içerisinde dışarıya bakan Jof, ufukta yaşanan fırtınanın arkasında Ölüm’ü ve onun aldığı canları görür. Ölüm ve arkasında bulunan 6 kişi son danslarını etmektedir.

Benim için en önemli ve en sevdiğim filmlerin başında gelen “The Seventh Seal” bu son sahnesiyle çok sevdiğim bir müzik grubu olan Iron Maiden’ın ‘Dance of Death’ şarkısına ilham kaynağı olmuştur. Alt metniyle, diyaloglarıyla, gölge ve ışık kullanımıyla, gerek eleştirel gerek mizahsal yönüyle beni en çok etkileyen film olan “The Seventh Seal”ı sizlere elimden geldiğince anlatmaya ve resimlemeye çalıştım. Hadi bu yazıyı filmin anlatmak istediklerini herkesten daha iyi bilen Ingmar Bergman’ın film hakkındaki sözleriyle bitirelim.

“Yedinci Mühür, serbestçe kullanılmış ortaçağ malzemeleriyle sunulan modern bir şiirdir. Filmimde Şövalye, bugünün askerinin savaştan dönmesi gibi, Haçlı Seferi’nden dönüyor. Orta Çağda insanlar vebadan ölesiye korkarlardı. Bugün de atom bombası korkusuyla yaşıyorlar. Film, teması hayli basit bir alegoridir: İnsan, onun ebedi Tanrı arayışı ve tek mutlaklık olarak ölüm.”

Orta çağın pandemisi olarak kabul edebileceğimiz kara vebayı ve Tanrı arayışını merkezine koyan, Ingmar Bergman’ın ölümsüz eseri “The Seventh Seal”ı izlerken hepinize iyi seyirler ve sağlıklı, mutlu ve güzel günler dilerim. Tekrardan görüşmek üzere..

Burak Sezgin

6 Şubat 1997 yılında İzmir'de doğdum. Güzelbahçe 60. Yıl Anadolu Lisesi'nden mezun oldum. Sakarya Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü'nde öğrenim hayatımı sürdürmekteyim. Sinema ve fantastik edebiyat hayatımın değişilmez iki parçası. En büyük hayallerimden birisi ileride, hala yazmakta olduğum romanımı tamamlayıp, yayınlamak.

1 Comment

Yorum Yap

Your email address will not be published.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR