Hayatlarımızı ideal olan uğruna harap etmekten daha aptalca bir şey var mı?
Bir eserin kopyası orijinalinden daha özgün olabilir mi? Özgünlük kavramından anladığımız şey nedir ki aslında? Abbas Kiarostami’nin ustalık eseri “Aslı Gibidir” temeline bu soruları alıp seyircisini hayata bakış açısı hakkında sorular sormaya zorluyor. Maksimum 80 senelik ömrümüzde yüzleştiğimiz durumlara, karşılaştığımız insanlara bakış açımızın neleri değiştirebileceğine -ya da değiştiremeyeceğine- dair bir fikir veriyor.
Film mutsuz bir evliliği ve huysuz bir çocuğu olan, sanata düşkün Elle’nin hayranı olduğu yazarla yaşadığı bir günlük geziden ibaret aslında. Elle, hayatını çok zor bulan, karamsar ve realist bir insandır. Yazar James ise tam tersine, yaşam kalitemizi olaylara bakış açımızın belirlediği görüşündedir ve küçük detayları yakalayıp onlardan zevk alabilmek gerektiğini düşünür. Elle, yazar ile arabaya ilk bindiği andan itibaren adamın kocasına benzerliklerini fark eder. Yazarın söylediği her şey ona kendisini artık sevmediğini düşündüğü eşini hatırlatmaktadır. James ile sohbetinin başlarında verdiği öfkeli ve ters tepkiler buna yorulabilir. İkili her konuda ters düşmektedir. Elle kız kardeşinin kekeme bir adamla evlenmesinin hayatını zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacağını düşünürken, James kekeme adamın eşinin ismini telaffuz edişini fonetik bir güzellik olarak yorumlar. Elle’ye göre James’in fikirleri olayları yalnızca dışardan izlemekte olan bir adamın bayat fıkralarından ibarettir. “Seni çok beğeneceğin bir yere götüreceğim.” bu cümle bizleri kopyayı gerçeğinden ayırt etmekte zorlanacağımız kısa bir yolculuğa çıkarır. Yolculuk kısadır, zira James’in akşam 9 uçağına yetişmesi lazımdır!
İtalyan bir kadının işlettiği kafede oyun başlar. James ve Elle yavaş yavaş 15 yıldır evli birer karı kocaya dönüşür. James’in kocasına benzerliğini fark eden Elle, onu adamın yerine koymuş ve yazarın kendi kitabında ürettiği argümanları test etmeye başlamıştır. James kendisine biçilen rolü kusursuz biçimde oynar. Bu esnada Elle, adama iç dünyasının mükemmel bir portresini çizer. Ona karamsar görünüm veren şey nedir, yaşadığı hayal kırıklıkları nelerdir… Kadının o an tek ihtiyacı olan yanındaki adamın kolunu omzuna atmasıdır. Başını erkeğinin omzuna yaslamış kadın, Elle için bir sanat eserini ölümsüzleştirebilecek kadar güçlü bir imgedir. Yolculukları esnasında karı koca (!) evliliğin farklı basamaklarında olan insanlarla karşılaşır. Evlenmekte olan bir çift, kendilerinden daha uzun süredir evli olan bir çift ve oldukça yaşlı ama beraber mutlu görünen bir diğer çift.
“O da kendi hayatını yaşıyor, sen de kendi hayatını yaşıyorsun. Aynı zamanda ikiniz de benim hayatımı mahvediyorsunuz.”
Meydanda arkası dönükken eşine bağırıyormuş gibi görünen adamın yan döndüğünde telefonla konuştuğunun anlaşılması, bakış açımızın muhakememizi nasıl değiştirebileceği yönünde verilen mesajlardan biridir. Hayata dair pek çok değerli diyalog da barındırır film. Kafedeki İtalyan kadın ve Elle arasındaki diyalog, kadının toplumdaki yerine nahif bir şekilde değinir ve yorumu izleyiciye bırakır. Yüzlere yapılan odaklar ve aynalar o kadar güzel kullanılmıştır ki, izleyici ekrandaki insanın hislerinde eriyip gider. Ne var ki kopyayı orijinalinden ayıramamaya devam ederiz ve özellikle Elle’nin kameraya yönelttiği acı gülümsemeler izleyiciye kendisiyle alay ediliyormuş gibi hissettirir. Gerçekten de ediliyordur aslında. Kiarostami, neyin ne olduğunu bile anlayamadığımız bu hikayede karakterleri yargıladığımız her dakika için alay eder bizimle. Tıpkı James’in Elle’nin hayatını dışarıdan teklifsizce yorumlaması gibi. Yazar için annesinin arkasından yürüyen çocuk ve köşe başlarında onu bekleyen annesi yalnızca ilham verici bir detayken aynı şey Elle için kendisiyle vakit geçirmek yerine başını telefonundan kaldırmayan çocuğunu hatırlatan üzücü bir tablodur.
Ekran başında geçirdiğimiz 105 dakika içerisinde Elle, hayata pozitif bakış açılarıyla yaklaşan James’e ağzının payını bir güzel verir. Bunu, adamı direkt sorunun kaynağı yerine, yani kocasının yerine yerleştirerek yapar. İçinde biriktirdiği her şeyi kocasının aslı gibi kopyasına döker, zira kendisi işiyle çok yoğun olduğu için onunla böyle bir gün geçirmesi mümkün değildir. Çift ile beraber İtalya’nın estetik sokaklarında unutulmaz bir yürüyüşe dahil oluruz. Aynı zamanda film İtalyanca, İngilizce ve Fransızcanın yerine göre kullanımıyla bir dil şölenidir. Elle yazarla İngilizce konuşurken sinirlendiği zaman ana dili Fransızcaya döner. Bu da insanın ana dilini konuşurken kendini daha güvende hissettiğini anımsatan tatlı bir detaydır. Günün sonunda James, 15 yıl önce evliliğinin ilk gecesini geçirdiği (!) odanın banyosundaki aynadan kendine dikkatle bakar. İzleyici ile beraber orijinali kopyasından ayırt etmeye çalışır. Bizim aksimize, ayırt edebilmiş midir… orası meçhul.
1. görsel 2. görsel 3. görsel 4. görsel 5. görsel