Politik Dava Diye Bir Şey Yoktur
(Spoiler içerir ancak bir önemi yok.)
Yok mudur gerçekten? Netflix’in son işlerinden “Şikago Yedilisinin Yargılanması” ABD’nin ve dünyanın adalet tarihindeki lekeleri sözünü sakınmadan hatırlatan, tempolu ve cesur bir yapım.
Savaş karşıtları, Vietnam Savaşı devam ederken ülkenin yakın gelecek politikalarını belirleyecek 1968 Chicago Ulusal Demokratik Konferansı’nın gerçekleşeceği binanın karşısında bir eylem planlar. Özünde tamamen masum ve farkındalık amacı güden bir eylem gibi gözüken bu protestolar, polisin kışkırtması ve kalabalığın galeyanıyla acı verici sonuçlar ortaya çıkarır. Film, Adalet Bakanlığı tarafından itinayla seçilen yedi eylemcinin 1969 yılında gerçekleşen meşhur davasını anlatıyor.
“Yaptıklarımızdan dolayı değil, kimliğimizden dolayı hapse gireceğiz.” Grubu kamuoyu karşısında daha KORKUNÇ göstermek için “Kara Panter” partisinin siyahi lideri Bobby Seal da sekizinci üye olarak sanıklar arasına alınır. İşin aslı ve ironik tarafı, grubun bir araya getirilmesinde nasıl bir ölçüt alındığını anlamanın mümkün olmaması. 60’ların yaramaz çocukları gibi görülen iki hippi, iki savaş karşıtı üniversiteli, sıradan bir vatandaş (aile babası) ve neden orada olduklarının farkında bile olmayan iki adam. Böyle bir topluluğu bir arada görebileceğiniz tek yer, 69 yılında gerçekleşen bu utanç verici mahkemedir muhtemelen.
Yargı süreci esnasında gerçekleşen olayların aşırılığı, filmi izlerken buna inanmak istememenize sebep olabilir. Fakat sonrasında araştırıp yaşananların derinine inerseniz bazı şeylerin gösterilenden daha beter olduğuna bile şahit olabilirsiniz. En basit örnek, mahkemede “avukatı olmadan yargılanan” Bobby Seal’ın buna sürekli itiraz ettiği için zincirli ve ağzı bağlı şekilde tutulması. Filmde bu durum kısa sürmüş gibi dursa da adam üç gün boyunca o şekilde yargılanmış. Siyahi bir adamın sırf grubu korkutucu göstersin diye kadroya alınması ise kölelik illetini sözde 1865 yılında atlatmış ABD’nin 20. yüzyılın ikinci yarısında içinde bulunduğu durumu anlatan en iyi örnektir.
Gerçekleşen yargı süreci ciddi manada şaka gibi. Tanıklardan Abbie Hoffman ve Jerry Rubin’in mahkemenin başından sonuna kadar sürdürdüğü alaycı tavır çok yerindedir aslında. Çünkü tüm olay sonu belli, klişe bir romandan ibarettir. İki hippi ise bu süreci en azından biraz eğlenceli hale getirmeyi başarır. Dava son demlerinde öyle bir hal alır ki, şiddet karşıtı bir baba sabredemeyip bir devlet memurunu oğlunun gözü önünde darp eder. Protestolar esnasında savaş karşıtlarının arasına casusluk yapsın diye gönderilen sivil polisler, devletin amacını yeterince ortaya koymaktadır zaten. Bunun yanında jüri üyeleri üzerine uygulanan baskı, Bobby Seal’ın polise saldırdığı iddiasıyla öldürülen arkadaşı… Tek amaç, ileride ortaya çıkabilecek muhtemel protestolara ibretlik ve caydırıcı bir örnek sunmaktır. Adalet kılıcının (!) ne kadar keskin olduğunu göstermek.
Filmle ikinci yönetmenlik deneyimine imza atan Aaron Sorkin’in vatansever tutumları yine de göze çarpıyor. Öyle ki mahkemede gerçekleşen olaylar ABD’nin adalet sisteminin değil de, geri kafalı bir yargıcın ve imaj tazelemeye çalışan bir Adalet Bakanı’nın marifetiymiş gibi gösteriliyor. Hatta ve hatta devletin savcısı mahkeme esnasında Vietnam Savaşı’nda can veren yüzlerce gencin ismi okunurken karşı taraftan ayağa kalkan tek kişi olmuştur. Burada Sorkin’i yaptığı şeyden dolayı eleştirmeyeceğim. Hatta bana kalırsa ülkesinin geçmişindeki böyle bir olayı, perde arkasında kalmış bir olayı, yıllar sonra tekrar gün yüzüne çıkarırken bir yandan vatanına olan sevgisini göstermesi takdir edilmesi gereken bir tutum. Daha önce de Moneyball, A Few Good Men, The Social Network gibi muazzam senaryolara imza atmış sinemacı son işiyle de kesinlikle hayal kırıklığına uğratmıyor.
Mahkeme salonunu merkeze alarak yaşananları flashbackler ve gerçek görüntülerle aktaran kurgu, izleyicinin dikkatini toplamayı başarıyor. Bazı bölümlerde özellikle Sorkin yönetmenliğinin alametifarikalarından olan hızlı diyaloglar da bunun üzerine eklenince takip etmek zorlaşsa da ben bunu eksi taraf olarak görmüyorum. İzlerken nefes nefese kalmanızın mümkün olduğunu söyleyebilirim ama. Yerinde bir kadro (özellikle Sacha Baron Cohen), aralara sıkıştırılmış ince ve ofansif espriler de bu takdire şayan tekniğin üzerine eklenince “The Trial of the Chicago 7” defalarca izlenmeye değer bir yapım haline gelmiş. Özellikle sonuyla, sarsıcı ve görülmesi gereken bir eser.
Görseller: