Gece
Gündüz

Casablanca

23 November 2020
yazdı
3 dk'lık okuma
Humphrey Bogart (1899 - 1957) and Ingrid Bergman (1915 - 1982) star in the Warner Brothers film 'Casablanca', 1942. (Photo by Popperfoto/Getty Images)

Casablanca’da Ölmek

İnsanlar dışarıda hayatta kalmaya çalışırken biz burada aşık olmanın peşindeyiz… Sinemanın ikonik klasiklerinden Casablanca, cepheye gönderilen gençlerin gözünden izlemeye alıştığımız savaşı; toplum ve burjuvazi üzerinde bıraktığı etkiler üzerinden anlatıyor.

(Film hakkında spoiler niteliğinde keyif kaçıracağını düşünmediğim detaylar içerir.)

İkinci Dünya Savaşı esnasında SS Birlikleri’nin baskısına dayanamayan, aynı zamanda bunu gururuna yediremeyen Fransız burjuvazisi yaşadığı toprakları terk edip Yeni Dünya’ya kaçmanın peşindeydi. Bunun tek yolu ise Casablanca’ya ulaşıp bir şekilde vize aldıktan sonra Lizbon uçağına binmekti. Resmi olarak Alman hakimiyetinde olmayan Casablanca’nın polis şefi ise el altından Alman Ordusu’yla iş birliği halindeydi. Şehre bir kere girdikten sonra terk etmek tamamen onun ve dolayısıyla Almanlar’ın inisiyatifine bağlıydı.

Film, ufak ironiler ve kara mizah yoluyla baskı yönetimini ve olağanüstü hali o kadar güzel eleştiriyor ki; içinizde ufak bir buruklukla kahkaha atmadan edemiyorsunuz. ABD’ye kaçmaya çalışan burjuva kesiminden rüşvet ve çeşitli yollarla koparabildiği kadar para koparmaya çalışan halk, kendi de oynadığı kumarhaneyi yasa dışı işletme olduğu bahanesiyle aniden kapattıran polis şefi bunlardan yalnızca ikisi. Defalarca ölüm haberi çıkmış bir adamın aslında hala yaşıyor olması da devletlerin medyayı nasıl kontrol ettiğine dair keskin bir gönderme.

Yıllar önce kendisini Paris’te terk eden kadınla tekrar karşılaşana kadar adamın hayatında GERÇEKTEN değerli hiçbir şey yoktu. Barını işletiyor, kumarını oynatıyor ve üstlerin izin verdiği insanların savaştan kaçmasına yardımcı oluyordu. Parası karşılığında tabii. Bu süreç esnasında yaptığı işi hiç umursamıyor, tamamen rasyonalist, duygusallıktan uzak bir tutum sergiliyordu. Bir zamanlar “sorgusuz sualsiz” aşık olduğu o kadın geri döndüğünde ise her şey değişecekti. Aklı, duyguları tarafından bloke olan adam, bir zamanlar “Kimse için kendimi riske atmam.” diyen adam, Nazi karşıtı bir örgütün seçkin üyelerinden birini ABD’ye kaçırtabilmek için sahip olduğu her şeyi hiçe saydı. “Ne kadar katı görünsen de duygusal bir insan olduğunu sana söylemiştim.” Aynı adam, hiçbir sebebi yokken, yeni evli bir çifti Casablanca’dan çıkarabilmek için kumarhanesinde herkesin gözü önünde usulsüzlük yaptı. Üstelik polis şefini de bir gecelik eğlencesinden etti. Hile yapılmış bir oyunun itibarına bırakacağı lekeyi bile bile. Sanki kumarın kendisi çok etik bir şeymiş gibi.

Casablanca, hayatın içindeki her şeyle beraber ne kadar açıklaması güç bir şey olduğunu gözler önüne seriyor. Filmin sonunda anlık bir karar ile Nazi generali öldürüldüğünde polis şefinin tavrı hemen değişir. Daha önce uyguladığı emirler ne generalin hatırına ne de Almanya’ya hizmet amaçlıdır. Filmde (hayatta) herkes kendi çarkını döndürmeye çalışır aslında. Herkes kendi derdiyle meşguldür. Polis şefi, kendi çıkarı için boyun eğmek zorunda kaldığı general ortadan kalktığında otoriteyi tamamen eline alabilmiş olmanın zevkini yaşar. “Olağan şüpheliler toplansın.” dostunu (bir gün çıkar çatışması yaşayana kadar) aklayabilecek güce sahiptir artık. “Renault, sanırım bu iyi bir arkadaşlığın başlangıcı olacak.” Öyle mi gerçekten? Kim bilir.

Yer yer dramatize sahnelere yer verse de, film gerçeğin çok dışında ya da fazla duran bir romantizme sahip değil. Karakter analizleri iki saatlik süreye yeterince sığdırılmış ve genel olarak kafada bir soru işareti bırakmıyor. Daha önce de söylediğim, aralara serpilmiş ufak, kaliteli mizah unsurları da filmi döneminin klişe Hollywood anlayışından keskin bir çizgiyle ayırmayı başarıyor. Ingrid Bergman, Humphrey Bogart ve benim özellikle dikkatimi çeken Claude Rains’in kusursuza yakın performansları tam olması gerektiği gibi. 1942 yılında yakalanmış prodüksiyon ve sinematografi kalitesini tartışmak bile yersiz. Dolayısıyla Casablanca’yı sinemanın en değerli mihenk taşlarından biri olarak kabul etmekte hiçbir yanlış görmüyorum. Kesinlikle görülmesi gereken bir eser.

Aynı zamanda filmin havasına bambaşka bir esans katan “As Time Goes By” şarkısı tema ile o kadar uyumlu olmuş ki, bu kimyayı anlatan apayrı bir film çekmek bile mümkün olabilir.

“The world will always welcome lovers, as time goes by.”

 

 

 

Görsel Kaynakça

1. görsel

2. görsel

3. görsel

4. görsel

 

 

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR