Gece
Gündüz

A Bout De Souffle

12 March 2021
yazdı
3 dk'lık okuma

“Keder ile hiçbir şey arasında tercih yapacak olsam, kederi seçerdim.”

Fransız milleti üzerindeki sınırlı izlenimim gördüğüm filmler, yazarlarından okuduğum kitaplar ve dinlediğim müziklere dayanıyor. Belki bu tarz eserlere ilgi duyan herkes gibi aklımda tutkulu, sanatkar ve sonuç olarak güzel bir Fransız portresi var. Ufkum biraz daha genişlediğinde, birkaç Fransız ile tanışıp Paris’i dünya gözüyle görme fırsatı yakaladığımda (umarım bir gün) bu izlenimin değişmesi muhtemel de olsa tıpkı Hollywood’un yılmadan empoze etmeyi başardığı Amerikan Rüyası gibi benim iç dünyamda da menfaatlerden bağımsız bir Fransız Rüyası’nın yeşerdiğini söyleyebilirim. Bundan gurur duymadığım gibi utanılacak bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Yakın tarihin en korkunç olaylarından Fransız İhtilali’ni motive eden şey büyük bir nefrettir. Nefret de tutkunun negatif yönde beslenmesi sonucu ortaya çıkar.

François Truffaut’un öncülüğünde ayaklanan Fransız Yeni Dalga Sineması’nın nadide örneklerinden “A Bout De Souffle”yi benim için eşsiz kılan en önemli unsur, kafamda canlandırdığım Fransa ve Fransız profilini tıpatıp yansıtmaktaki başarısıdır. Sinema üzerine ortaya atılmış ne kadar kuram, kural, kalıplaşmış zırva varsa hepsini silip süpüren; kameranın arkasına elinde doğru düzgün bir senaryo bile olmadan geçen Jean-Luc Godard, filme yazımın başında bahsettiğim tutkuyu öyle güzel aktarmış ki hayran olmamak elde değil. Hayata dair bir plana sahip olmayan, yerinde duramayan ve Paris’teki insanlardan sıkıldığı için görkemli ve tarihi kent Roma’ya kaçmayı kafaya koymuş Michel, giderken yanında ABD’den büyük hayallerle gelmiş Patricia’yı da götürmek ister. Jean Seberg’in “r”leri vurgulayan Amerikan aksanıyla bir Fransız sokağının ortasında “New York Herald Tribune” diye bağırarak gazete satmaya çalıştığı sahne ikoniktir. Heyecanlı Michel’in aksine Patricia geleceğe dair planlara sahip, öyle bir anda her şeyi bırakıp gitmeye ikna olmayacak kadar akıllıdır. Aynı zamanda Michel’in bir gün kendisinden de sıkılıp onu yalnız bırakacağından endişelenmektedir. Haksız da değildir bu endişesinde. Zira adama hamile olduğunu söylediğinde Michel geçiştirir. Aynı zamanda daha önce çok kadınla beraber olmuş Michel, son sevgilisini yalnızca para kaynağı olarak kullanmaktadır.

“Sahilleri sevmiyorsanız, dağları sevmiyorsanız, şehirleri sevmiyorsanız, defolup gidebilirsiniz.”

Tüm endişelerine ve hayallerine rağmen Patricia, Michel’in kendisine oynadığı romantik oyunlara karşı direnmekte zorlanır. Kendisini çeken bir şey vardır bu serseri Fransız’da, durumun farkındadır ve bu onu daha çok korkutmaktadır. Bir çözüm bulmak zorunda olduğunu hisseden Patricia, Michel ile aralarındaki toksik ilişkiyi bitirmenin tek yolu olarak onu polise ihbar eder. Başka bir kimliği daha bulunan adam polis cinayetinden aranıyordur. Kadının kendisini ele verdiğini zor bir durumda öğrenen Michel, sokak ortasında koşarken vurulur. Böylece Amerikan aklı, Fransız tutkusunu tuzağa düşürerek alt etmiş olur.

Michel’in umursamaz tavrı sinemadaki bir anlayışın temsilidir aslında. Breathless gibi bir başyapıtı ortaya çıkarmıştır bu anlayış. Patricia ise bazı yönleriyle faydacı Amerikan sinemasını temsil eder. Sanatın dili olan Fransızca’yı sonradan öğrenmiş, kendini kolayca ele veren bir aksana sahiptir ve Michel ile karşılıklı konuşurken her fırsatta entelektüel bir muhabbet açmaya çalışır. Ne zaman William Faulkner’dan, klasik müzikten konuşmaya kalksa Michel onu umursamaz tavrıyla susturur. Adamın kafasında sevişmekten başka bir şey yoktur. Saatlerce Patricia’yı izlemeyi, tüm filozofların peşinde koşturduğu hayatın sırrına ermeye tercih eder. Godard bizlere iki farklı insanın trajediyle biten ilişkisi üzerinden çok şey anlatır. Film boyunca izleyici; vurdumduymaz, ilgisiz Michel’e defalarca sinirlenecektir şüphesiz. Hatta her şey sona erdiğinde “oh olsun” diyenlerin çıkması da mümkün. Ne var ki izleyicilerin ne düşündüğü Michel’in umurunda değildir. Tıpkı Godard’ın da umurunda olmadığı gibi. Öyle gözü kör bir tutkudur ki adamınki, sevdiği kadının ölümüne sebep olduğu gerçeğini de görmezden gelmiş ve ölmeden önce kendisine öpücük vermeyi ihmal etmemiştir. Filmin merkezindeki bu tavır, trajik sonuna rağmen Serseri Aşıklar’ı 90 dakikalık eğlenceli ve unutulmaz bir deneyime dönüştürür.

1. görsel 2. görsel 3. görsel 4. görsel

 

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR