Kendimizi tanımak için – yani bilmek için- önce yeteneklerimizin, sonrasında da sınırlarımızın farkında olmamız gerekiyor. Bu olayı çok daha net kavrayabilmek için birkaç referans alıp, en başa doğru kısa bir yolculuk yapalım…
M.Ö. 400’lü yıllarda Delphi’deki Apollo Tapınağı’nın kapısında “Kendini Bil” yazıyordu. Kendini tamamlama ve bunu yaparken karşısındakini de tamamlama üzerine kurulu bir yaşam sürmeyi kendilerine gaye edinmiş insanların bir nevi parolasıdır bu “kendini bil” olayı.
“Nosce te ipsum”
Sokrates’ e aitti bu söz. “Kulağa öyle sıradan, alelade bir cümle gibi gelen bu söz neden kocaman bir tapınağın girişinde yazsın ki?” sorusu geliyor akıllara.
Varoluşsal başlangıç için haydi en başa doğru gidelim şimdi…
Onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce yıl süren o küçük varoluşsal evrime/evrimimize göz ucuyla da olsa bir bakacak olursak:
Amip bir kurbağaya dönüştü. Ve kendini “düzene” başkaldırarak sudan dışarı atıp bir eş bulmak için “vraklayıp” -her ne kadar anlamsız olsa da- o ilk kelimeleri söyledi ve böylece işte şu an hala kullandığımız ve gelişmekte olan diller ve edebiyat türedi.
Yani -bence- Shakespeare bile bu ilk kurbağanın “vrak”lamasından sonra ortaya çıktı. Ardından gel zaman git zaman bir şekilde insanların şu anki dönemde yaptığı veya çoktan yapmış olduğu devasa gökdelenlere veya piramitleri yapmasına sebep oldu bu küçük vraklama .
Resimde, müzikte, mimaride, tıpta veya başka birçok şeyde kendimizce de olsa başarılı olduk. Ama yok etmeye/ yok olmaya en yakın olduğumuz döneme yani şu ana (günümüze) gelelim. Biz insanlar yer yüzünde yaşayan canlıların sadece
%0.01’ini
oluşturuyoruz ancak buna rağmen diğer canlıların mesela bitkilerin ya da hayvanların %80’in üzerindeki bir kısmının yok olmasına neden olduk. Yani aslında sayıca bile olsa onlardan çok daha az olmamıza -bu konuda aptal olmamız da bir etken olacaktır tabii ki- rağmen her şeyi tüketip yok etmekte üstümüze tanımıyoruz.
Dünyanın bugüne kadar var olduğu zamanı bir gün yani 24 saat olarak ele alacak ve düşünecek olursak artık maalesef bu günün son saniyesindesiniz.
Bu yüzden -bence- son yıllarda herkes dünyadan uzaklaşmaya, kurtulmaya, uzaya, marsa falan çıkmaya çalışıyor. Buranın işi bitti artık. Kendi çöplüklerini yarattılar. Çöplüklerimizi yarattık. Dolayısıyla yeteneğimiz yaratmakken sınırımız ise ölmektir.
En başından beri gerek günlük hayattaki konuşmalarım gerekse yazdığım yazılarımı ele alarak ölümden ya da sonumuzdan bahsettiğim için beni depresif olmakla suçlayanlar ya da kızanlar çoğunlukta çevremde. Halbuki bence tam aksine.
Eskiden hep o hayatlarına imrenerek veya bazen sadece korkarak baktığımız Antik Mısır’da yaşayan insanların rahatlamak için yaptığı büyük şölenlerin verildiği yemek masalarında insanlar ziyafet çekerken birisi elinde bir kafatasıyla salona girip insanlara şöyle seslenirmiş “Yiyin, için ve şenlenin. Zira öldüğünüzde işte bu hale geleceksiniz.”
Montaine, bu Antik Mısır’da geçen anektodu duyduktan sonra bir denemesinde şu şekilde söyler:
“Ölümü kavrayan bir insan, köle olmaktan kurtulur.”
Çünkü ölüm korkusu ya da sıradan, herhangi bir korku bizi köleleştirirken ölüm bilinci ya da o konunun farkındalığı bizi özgürleştirir. Eskiden -çok değil birkaç ay kadar önce- şöyle düşünürdüm “En nihayetinde başı belli ama sonu asla belli olmayacak şekilde bir gün ölüp gideceksem hayatın ne anlamı olabilir ki?” Şimdilerde ise varoluşsal evrimime yani hayata asıl anlamını veren şeyin ölümlü olmanın olduğunu anlıyorum.
Çünkü -bence- koyulan bu sınırsız sınır bize hem haddimizi bildiriyor hem de zamanımızı verimli geçirmemiz gerektiğini tam anlamıyla üstüne düşününce güzelce vurguluyor.
Ayrıca ne zaman ne şekilde olursa olsun; sonsuza dek sürecek bir şeyin -ne olduğu farketmez- beni ya da bir başkasını sıkacağını düşünüyorum.
Peki neden hala, 2500 (iki bin beş yüz) yıl sonra bugün Sokrates’i konuşuyoruz??
Çünkü Sokrates Antik Yunan Felsefesi’nin kurucusudur. Yani aslında Türk Edebiyatı’nda Oğuz Atay ne ise Sokrates de felsefede öyle bir dönüm noktasıdır.
Çünkü Sokrates’ten önceki filozoflar daha çok bilim insanı gibi davranışlar sergiliyorlardı: “Güneş her gün nasıl doğuyor?”, “Üstünde yaşam olan bu dünya dönüyor mu?”, “Dönüyor ise nasıl dönüyor?” ya da “Suyun bileşenleri nedir?” gibi sorularla ilgileniyorlarmış…
Sonra Sokrates bir gün kafasını çıkartıp “Her şey iyi, güzel tamam da. Neden hayattayız?” “Yaşamın anlamı ne?” diye sormaya başlayınca ortalık kızışmış.
Çünkü Sokrates çoğu zaman çıplak ayaklarla gezen, kendisine şu anki düşüncelerle asla saygısı olmayan, nadiren duş alan, toplum dışı bir adammış. Çarşıda, pazarda, kısacası her yerde dolanıp, önüne gelene hayatın anlamını sorarmış. Bu durumun sebebi ise tuhaf bir şekilde filozofun kitaplara karşı olması olarak değerlendirilebilir.
O, kitapları zaman kaybı olarak görürdü ve oturup, düşünüp, kitap yazmak yerine önüne gelen herkesle yüz yüze konuşmayı ve bir bilge olması farketmeksizin sürekli yeni sorular sormayı tercih ederdi. Öyle ki Sokrates bütün yaşamı boyunca hiç kitap yazmamıştır.
Ancak -şans olarak da değerlendirilebilir- öğrencilerinden Platon onun konuşmalarını yazarak kitaplaştırmıştır.
“Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez”
mottosunu dilinden düşürmeden yaşarmış. İnsanlar tarafından kalıplaştırılmış düşünceleri kendince sorgular, sorular bulur ve azınlıkta kalmış düşünceleri önemsermiş.
Daha sonralarında birkaç “ucube” onu “gençlere kötü örnek olduğu” bahanesiyle şikayet etmiş ve bunun üzerine, Sokrates mahkemeye çıkartılıp ölüme mahkum edilmiştir.
Ona felsefeyi hayatının sonuna kadar bırakırsa (bırakabilirse) canını bağışlayacaklarını söylerler ama Platon’un anlatısına göre her şeyin tam aksine tarihe geçecek bir savunma yapar ve inandığı şey uğruna ölür.
Dünya üzerindeki en bilindik tablolardan birisi olan “Sokrates’in Ölümü” adlı tablo 18.YY’da Jacques-Louis David isimli bir ressam tarafından çizilir . Bu tabloda adından da anlaşılacağı üzere ölmek üzere olan Sokrates’i görürüz o küçük zindanda. Zindandadır ancak en çok ışık gene ondan yansımaktadır. Üzerine giydirilmiş olan ölümü ve saflığını temsil eden şey beyaz elbisesi masumiyetini simgelerkenki halidir. Dik duruşu ölüme meydan okurcasına bir davranış olarak değerlendirebiliriz. Ona zorla uzatılan ama kendisinin usulca kabul ettiği baldıran zehrini içmek üzereyken çevresindeki ve yıllar sonra bu anları okuyacak ve öğrenecek olan insanlara son bir ders vermektedir. Zehri içtikten biraz daha sonra etrafta biraz yürür zehirden kaynaklı olarak önce ayakları uyuşur ve bulunduğu yere bir anda oturur. O zehri getiren adam önce Sokrates’e bir çimdik atar ama hissetmez Sokrates. Sonra yavaş ve usulca uzanır yere. Ve dostu Crito’ya “Alex’e bir horoz borcumuz var, ödemeyi unutmayın” der. Ardından zehir tüm vücuduna yayılır ve Sokrates ölür.
Peki onu şikayet eden “ucubelere” ne oldu dersiniz? Birkaç yıl sonra Atina’dan sürüldüler. İntihar ettikleri söylentisi de var. Çünkü olayın ardında kimse bu adamlarla konuşmamış. Yani Atinalılar hatalarını fark ederler ama herkes için iş işten geçmiştir artık.
Yine de bugün kimse o şikayetçi yaratıkları hatırlamıyor. Ama biz 2500 yıldır Sokrates’i okumaya devam ediyoruz…