Gece
Gündüz

Once Upon a Time In America

23 December 2020
yazdı
7 dk'lık okuma

Sokaklarda Büyüyen Amerika

(Analiz, filmin konusu hakkında yoğun spoiler içermektedir.)

Sergio Leone’un zamansız başyapıtı “Bir Zamanlar Amerika’da”, hiyerarşik topluma ve kültür sınıfına başkaldıran bir adamın hikayesini sunar bizlere. Arkadaşlıklar, saplantılar, ihanetlerle dolu bu hikayede neye inanacağımızı da bilemeyiz sonunda. Yaşanan olayları ve bunlara sebep olan karakterleri oturduğumuz yerden kolayca yargılama hakkını gerçek ve hayal unsurlarını birbirine karıştırarak elimizden alır usta yönetmen. Günün sonunda biliriz ki ortada yanlış olan bir şey var; dönen pis işler, kurbanlar ve suçlular var. Ortada bir ihanet var gibidir ama bu ihaneti kim kime etmiştir, ya da aslında ortada bir ihanet var mıdır? Kafamızda bu tarz sorular bıraksa da “Bir Zamanlar Amerika’da” her şeyin gerçek olduğuna emin olduğumuz bir dünyada geçer. Anlatılan hiçbir şey yaşanmamış bile olsa, hepsi yaşanabilecek şeylerden, gerçeklerden ibarettir.

Sokaklarda büyüyen 5 gencin, hatta aslında çocuğun hikayesi anlatılır bizlere. Bu çocuklar patronları sevmez. Kendi kendilerine yetmek, kimseye muhtaç olmamak isterler. Küçük gruplarının yegane ilkesi budur. İnandıkları şey yolunda en küçük ve heyecanlı üyeleri hayatını kaybeder. Üstelik canını bu ilkeye en sadık olan Noodles’ın kucağında vermiştir. Son sözleri “Noodles.. ayağım.. kaydı..” olur. Genç adamın, grubunun değişmez (!) kuralına bu kadar sadık olmasının sebebi belki de bu yaşanandır. Ardından gözü dönen Noodles, aynı ilke uğruna cinayet işler ve 10 yıl sonra beraat ile çıkana kadar hapis yatmaya mahkum olur. Cezası bitip ait olduğu yere döndüğünde ise hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını fark edecektir.

Deborah, Noodles için güzel bir kızdan, sahip olunacak bir kadından öte takıntıdır aslında. Çocukluk yıllarından kalma bir anıdır onun için. Kız, onun bu zafiyetini kullanmaktan çekinmez. Kendisini gizlice izlediğinden haberdar olduğu halde çocuğun önünde çırılçıplak soyunur. Fakat Deborah, yine de Noodles’ı kendisine asla layık görmez. Kendini tatmin edebilmek için ona sık sık “hamamböceği” gibi yakıştırmalar yapar.

“Sevgilim beyaz ve sağlıklıdır. Cildi en güzel altın gibidir. Yanakları baharat yatağı gibidir. Geçen aralık ayından bu yana yıkamasa da. Gözleri güvercinlerin gözleri gibidir. Vücudu parlak fildişi gibidir. Bacakları mermer sütunlar gibidir. Pantolonu kendi başlarına ayakta duracak kadar kirlidir. O bu özelliklerin hepsi ile sevilebilir. Ama her zaman iki kuruşluk bir serseri olacak. Bu yüzden asla benim sevgilim olmayacak. Ne yazık.” 

Kadının belli standartları vardır. Noodles’ı ne kadar önemsese bile onunla birlikte olmak için kültür sınıfından taviz vermez. Aksine Noodles’ı kendi yaşam tarzına davet eder. Ne var ki genç adam patronları sevmiyordur. Kimse için inandığı ve uğruna yaşadığı şeylerden taviz vermeye yanaşmaz. Max ise Deborah’ın Noodles’a dikte ettiği şeylerin farkındadır. Sadık arkadaşının elinden kayıp gitmesini önlemek için araya girer. Deborah ile öpüşmek üzere olan Noodles, onu bırakıp Max’in yanına gittikten sonra kapıyı geri açması için kıza yalvarır, ancak o kapı bir daha asla açılmayacaktır. Ta ki Noodles’ın canına tak edip o arabanın arkasında zorla açışına kadar. Değer verdiği kadının kendisini beraber yaşamaya layık görmemesi ve onu umarsızca terk etmesi adamın zoruna gidecek, kadına zorla sahip olacaktır.

Yıllar Max’i değiştirir. Daha büyük işlere başlama hevesiyle politikacılarla, sokakların sahibi mafyalarla anlaşıp onlar için çalışmak ister. Toplumda yıkılmaz bir hiyerarşi vardır, yükselmenin tek yolu ise üsttekilere boyun eğmekten geçer. İçki yasağının kalkıp çetenin tüm işlerinin sona ermesiyle Max’e göre başka yol kalmamıştır. Ancak Noodles, yıllar önce beraber dayak yerken “Ben patronları sevmiyorum,” diyen dostunun bu değişimini kabullenemez. Onun yolundan gitmeyi reddeder. Birilerine boyun eğmektense sokaklara dönüp sarhoş soymaya bile razıdır. “Bugün bize o adamdan kurtulmamızı emretti. Peki yarın bana senden kurtulmamı emrederse bu hoşuna gider mi? Çünkü benim hiç hoşuma gitmez.” Babası deli damgası yiyip tımarhanede ölen Max, sonunun ona benzemesinden korkmaktadır. Noodles kendisine ne zaman deli dese çılgına döner. Bu durumun verdiği eziklik Max’in yükseklere ulaşma isteğini körükler. Eski papalardan birine hediye edilen tahtı satın alıp üstüne oturması tamamen bu hissiyata olan açlığından kaynaklanır. Max’in destekçilerinden biri de Carol’dur. Deborah gibi Carol da kültür sınıfının vaat ettiği şeyleri arzular. Saygın, üstün bir insan olmak ister. Noodles, bir zamanlar Max’in kendisini Deborah’tan ayırmaya çalıştığı gibi onu uyandırmayı dener. Hırslı adam, Carol’u odadan kovarak gücünü göstermeye çalışır. Ancak yaptığı çaresiz bir şovdan öteye geçmez aslında. Hikayedeki kadınların, erkekler üzerinde bir kontrol gücü vardır. Çocukken hepsinin arzuladığı Peggy de bu gruba dahildir.

Peggy, bu gençlerin ilk arzusudur. 5 sent ile alınan bir kremalı pasta karşılığında ilişkiye girer. Bu, çocuklar için çok büyük bir paradır. Pastanın kendisi de epey şaşalı ve lezzetlidir zaten. Patsy’nin ilk cinsel ilişkisi için aldığı pasta ile merdivenlerde Peggy’i beklerken yaşadığı irade mücadelesi filmin en vurucu sahnelerindendir. Kremalı pasta, çocuğu daha büyük ve daha güzel bir sonuca, cinsel münasebete taşıyacak bir vasıtadır. Ne var ki çok lezzetli görünür ve fiyatı dolayısıyla her zaman almak mümkün olmaz. Patsy, Peggy’i beklerken pastaya rötuş yapmak amacıyla paketini açar ve kağıdına bulaşan kremaları yer. Ancak fazla mücadele edemez ve Ennio Morricone’in dahiyane müziği “Poverty” (Yoksulluk, müzik isminin bile sahne ile uyumuna şiir yazılır) eşliğinde çocuğun pastayı büyük bir zevkle yiyişini izleriz. Usta Sergio Leone usul kamera hareketleri kullanarak bize bu irade mücadelesini öyle yansıtır ki etkilenmemek elde değildir. Aynı zamanda cinselliği bir yetişkinlik simgesi olarak gördüğümüz takdirde Patsy’nin pastayı yiyerek yoksul çocukluğuna yenik düştüğünü söyleyebiliriz. Peggy nihayet geldiğinde Patsy, pastanın paketini apar topar cebine saklar ve ağzındaki kremayı telaşla siler. Yaptığı çocukluğa, düşkünlüğe şahit olunmasını istemez çünkü.

Max’in intihara benzeyen soygun planını güvenli bir şekilde suya düşürmek isteyen Noodles, kendini ve Max’i hapse attıracak bir tezgah kurar. Ancak işler yolunda gitmez ve üç arkadaşının da ölümüne sebep olur. Yıllar sonra gizemli bir mektupla büyüdüğü sokaklara geri çağrılan adam, 35 yıl çektiği vicdan azabının ardından asıl tezgahı Max’in kurduğunu öğrenir. Max, yaptığı hileyle Noodles’ı saf dışı bırakıp ona kaçma fırsatı tanımış, diğer iki dostunun ise acımasızca ölümüne sebep olmuştur. Birbiri ile her zaman ters düşmüş Max ile Deborah sonunda hiyerarşi ve kültür sınıfında istedikleri yerleri almış, hatta beraber yaşamaya başlamıştır. Sonunda hedefledikleri yere ulaşmalarına, biri bakan, diğeri ise çok ünlü bir aktris olmasına rağmen ikisi de mutlu değildir. Deborah, yıllar sonra tekrar gördüğü Noodles’ı uyarır. “Geldiğin kapıdan çıkma, yoksa tüm anılarını kaybedeceksin. Oraya gitme Noodles, arka kapıdan çık ve geriye bakmadan git.” Noodles, kendisini yıllar sonra günah çıkartmak için çağıran Max’i tanımak istemez. Ona, kendisine verdiği isimle, Bakan Bailey diye hitap eder. Çünkü Noodles, yıllar önce gerçek dostu Max’in ölümüne sebep olmuştur. Bu adam tamamen farklı biridir. Bir yabancıdan intikam almayı reddeder ve onu kendi vicdanıyla baş başa bırakır. Max ise sonunda kendini layık hissettiği yerde, bir çöp arabasının arkasında, yok olup gider.

Filmin sonunda her şeyin başladığı Çin tiyatrosuna dönülmesi ve Noodles’ın alaycı sırıtışı bizlere 3 saati aşkın süredir izlediğimiz her şeyin bir rüya olduğunu işaret eder. Aynı zamanda Noodles, hikayedeki tüm ana kadınlara (Carol, Peggy, Deborah, Eve) sahip olan tek kişidir. Anlatılan dünya onun iktidar alanı gibidir. Yani gördüğümüz tüm olaylar Noodles’ın zihninin ürünüdür ve ne kadarı doğru, ne kadarı yanlış, anlamak mümkün olmaz. İzleyicinin bu durumda tek çaresi Noodles’a güvenmektir. Ne var ki bence Noodles pek de güvenilecek bir adam değildir. Sergio Leone, başta da söylediğim gibi, gerçek ve hayali birbirine karıştırıp sorgu yeteneğimizi yok eder. Böylece kimse saatlerce anlatılan bir hayat hikayesinin karakterlerini öylece yargılamaya cüret edemeyecektir. Etse bile tüm ithamları temelsiz kalacaktır. Once Upon A Time In America, Usta Sergio Leone’un dünyaya ettiği tutkulu veda. Asla unutamayacağım destansı bir BAŞYAPIT.

1. görsel

2. görsel

3. görsel

4. görsel

5. görsel

6. görsel

7. görsel

2 Comments

  1. Gercekten iyi muthiş bir analiz youtubede okusaniz bu analizleri keske ta da dinleyebilsek

Yorum Yap

Your email address will not be published.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR